Vahdettin Yiğitcan

Ne Yapalım ki, Malzeme Bu

Vahdettin Yiğitcan

Değerli okurlar imparatorluk bakiyesi ülkemizde Osmanlı Devleti'nin tarih sahnesinden silinişinin üzerinden tam yüzyıl geçti. 

Genç Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu yedi düvele karşı verilen çetin savaşlar sonucunda gerçekleşti.

Birinci Dünya Savaşı 1915-1916 sırasında Çanakkale Savunmasına katılan askerlerimizin takriben 250 binini şehit verdik. Yetişmekte olan bir kuşak nesil yok oldu.
Okumuş eli kalem tutan üniversite ve lise öğrencilerinin topluca katıldıkları bir anlamda yedek subay savaşı yaşandı Çanakkale'de. Gönüllü askere alınan bütün öğrencileri şehit düşen Galatasaray, Konya ve İzmir liseleri 1915'te tek bir mezun veremedi. Sevgili Yunus Emre'mizin dediği gibi gencecik anne kuzuları "göğ ekini biçmiş gibi" vatan toprağının bağrına düştüler.

Cumhuriyet döneminin laiklik uygulaması din karşıtı mahiyet arz ettiğinden dindar Müslümanlar dışlanarak bir anlamda silikleştiler. Toplum hayatında dindar Müslümanların kozalarına çekilmeleri sonucunda meydan tamamen boş kaldı. Ezanın aslından Türkçeye çevrilerek 30 Ocak 1932'de Fatih Camii’nde okunması büsbütün milletin içten içe nefretine yol açtı. 

Bu durum tam 18 yıl boyunca toplumca benimsenmeyen ezan Türkçe okunmaya devam etti, ta ki, Tek Parti Döneminin fiilen son bulacağı 1950 yılına kadar. Demokrat Parti'nin o yıl 14 Mayıs 1950'de iktidara gelmesinin ardından 16 Haziran’da ezan aslına uygun olarak okunmaya başladı. 

27 Yıllık Cumhuriyet Halk Partisi iktidarınca sindirilen ve silikleşen şehir kültürü ile bezenmiş mümeyyiz dindar Müslümanlar kozalarında uzlet halinde yaşayarak siyasette de katılmadı ve karışmadılar.

Demokrat Parti'nin çıkışı tabandan gelen halk hareketi olmakla beraber aynı zamanda köylü bir karakter arz eder.

Cumhuriyet Halk Partisinin üst yönetimi Osmanlı Bürokrasisinin devamı seçkin imtiyazlılar olmakla beraber yönetim kadroları ise ceberut memur taifesinden oluşmaktadır.

Demokrat Parti iktidarıyla kahir ekseriyeti köylü olan millet derin bir nefes aldı. Gözü açıldı, şehri keşfetti.

Mevcudu korumanın derdiyle her alanda adım atmaktan imtina eden metal yorgunu CHP iktidarının aksine Demokrat Parti iktidarı tarım ve sanayileşme adına büyük hamleler gerçekleştirdi.

1950'lerde nüfusunun yüzde 70'i köylerde yaşayan ülkemizde sanayileşme hareketleriyle birlikte köylüler yaşam şartlarını iyileştirmek amacıyla şehirlere akın akın geldiler.

1950-1960 yılları arasında Türkiye nüfus hareketlerinin en yoğun yaşandığı dönem olarak kayda geçmiştir. 

Toplumsal duyarlılığımızı en güzel biçimde beyaz perdeye aktaran ünlü yönetmen rahmetli Halit Refiğ'in ilk filmlerinden olan unutulmaz "Gurbet Kuşları" filmi 1960'lı yıllardaki köyden şehre göçün hazin bir hikâyesini işlemektedir.

Sözün hülasası, toplumsal yapının kendi doğal seyri içerisinde seyretmeyen şok gelişmeler karşısında hercümerç olmuş toplumsal yapımız insicamsız bir oluşum fotoğrafı veriyor. Her alanı köylüler doldurma telaşı içerisindeler... Şehrin yerlileri ise bu tablo karşısında şaşkınlık içerisinde olanı biteni başı dönmüşçesine izlemekteler. Bir manada nutku tutulmuş bir halde... Köylülerin bu telaşlarının altında asıl amaçları üzerlerinden bir türlü atamadıkları köylülük libasından sıyrılmak.

Batı dünyasının Orta çağdan bu yana değişmeyen ve doğasında var olan insanlar arasına bir duvar gibi ördükleri sınıfsal katmanlar hiyerarşik anlamda bir itibar göstergesidir. Batılılar her ne kadar sınıfsal ayırımcılıklarından rahatsız olduklarını söyleseler de inandırıcı olmaktan çok uzaktırlar. 

Örneğin İngiliz sosyolog Richard Hoggart bir zamanlar şöyle yazmıştı: “Sınıf farklılıkları ortadan kalkmaz; sadece yeni biçimler alır. Her on yılda bir kendimizi aldatırcasına sınıfları gömdüğümüzü ilan ediyoruz; ama her defasında tabut boş aslında.” (https://www.e-psikiyatri.com/sinif-atlamak-ne-kadar-kolay)

Bizde de durum tam tersi, batılıların sosyolojik bir olgu olarak sınıfsal ayrımcılığını gözü kapalı kabullenen şehirlileşememiş vatandaşlarımız bilinçaltında "Sınıf Atlayarak" itibar kazanmanın derdindedirler... 

Oysa Türk toplumunun ve Müslümanlığın doğasında insanlar arası sınıfsal bir ayırım yoktur. 

Bizimkiler sınıf atlamayı para kazanmak, mal mülk edinmek, kimi branşlardan diploma almak şeklinde algılamaktadırlar. 

Bizde itibarın asıl kaynağı hiçbir şart altında sarsılmayacak, görgü, bilgi, adalet duygusu ve kısaca asaletten başka bir şey değildir.

Kaybedilen bir imparatorluk, paramparça olmuş vatan toprakları, tutunmaya ve ayakta durmaya çalışan genç devletimiz büyük bir mücadelenin içerisinde... Şimdi diyebilirsiniz ki, yüz yıllık bir geçmişi genç olarak mı değerlendirelim. Evet devletlerin tarihinde yüz yıl dediğin de ne ki... Osmanlı 700 yıl yaşadı.  

Türkiye Cumhuriyeti'nin bu yıl yüzüncü yılını idrak ediyoruz. Yüzyıllardır bulunduğumuz coğrafyada huzurlu güzel yıllarımız olduysa da çetin savaşlar ve kargaşa içerisinde geçen yıllarımız da az değil. Bugün ülkemiz çevremizi saran komşularımız ve onların destekçilerinin çeşitli tehditleri ile karşı karşıya. Böylesi toz duman ortam içerisinde gerek iktidarı elinde bulunduran siyasilerimiz arasında gerekse de muhalefet yaptığını iddia eden siyasilerimizin arasında siyaseti sınıf atlama trampleni gibi kullanan ufuksuz temsilcilerimiz var. Bunları gördükçe içimiz sızlıyor.

 İsim vermeyeceğim. Ünlü bir siyasetçimiz aradığı kalite ve evsafta olmayan insanlara mecbur olmanın sıkıntısını şu cümle ile açıklıyormuş: Ne yapalım ki, malzeme bu! 

"Her şey Bir İnsanı Sevmekle Başladı" 

Türk hikayeciliğinin ve şair tabiatının kendine özgü renkleriyle sevilen bir yazardır, Sait Faik Abasıyanık.

Abasıyanık'ın her kitabı "Her şey Bir İnsanı Sevmekle Başladı" baş tacı cümlesiyle başlar. 

Bu özelliğiyle daha çok ısınmış ve sevmiştim Sait Faik'i...

Sevgi için her işin başı her derdin ilacıdır denmesi asla abartı değildir. 

İçinde sevgi geçen her cümle beni alır Kaf Dağının ötesine götürür.

İlk kitabına "Sevmek Cesurların İşidir" ismini veren genç yazar Tuğba Tülin Durdu'nun bu eserinden bahsetmek istiyorum.

Büyük bir içtenlik ve açık yüreklilikle kaleme alınmış yazılar adeta şiirsel bir akışla okuyucuyu sarıp sarmalıyor, anlam denizinin içine çekiyor.

Sanki kutsal bir metin okuyormuş hissine kapılmanız her an mümkün, sarsıcı ve kuşatıcı...

Adeta Mevlana'nın rubailerindeki tadı andırır cümlelerle nakşedilmiş sayfalar arasında düşünce seyahati yapıyorsun.

Kitaptan kısa bir alıntıyla bir buket sunayım:

Birine inanmak seni "aptal" onu "akıllı" yapmaz!
Saf olmak yalancı olmaktan iyidir!
Onu herkes anlamaz.
Çok sevmek de onu değerli seni değersiz yapmaz! 

Anlamsızlaştığını anladığın kalpte dinlenme, daha çok yorulursun.

Kendine yeni bir şans ver.
Ve birden fazla karakteri olan hiç kimseyi hayatında tutma!

Tuğba Tülin Durdu'nun bu ilk eseri "Sevmek Cesurların İşidir" 
İstanbul- Kadran yayınları tarafından yayınlanmış.

NE AYIP NE AYIP

Fahrettin Koca'dan Cümbür Cemaat Yeni Doğan Bebek Ziyareti 

Türk Örf ve Adetlerinden ve Lohusa Anne Ruhundan Bihaberler 
Türk örf ve adetlerinde lohusa yatağındaki bir annenin en yakın ailesi dışındaki erkekler tarafından ziyaret edildiği ne duyulmuş nede görülmüş bir şeydir. Her şeyden önce görgüsüzlük ve büyük bir ayıptır. Ziyaret hakkında işte sağlık kurumlarının görüşleri:

Doğum sonrasında bir süre annenin psikolojisi yerinde olmaz. Bu dönemlerde kayınvalidenizden veya annenizden yardım almanız en doğrusudur. Gelecek misafirleri en azından ilk 1-2 hafta içerisinde uygun bir dille kabul edemeyeceğinizi vurgulamanız sağlıklı olacaktır. (https://www.lohusam.com/lohusalikta-yapilmamasi-gerekenler/)

Lohusa Sendromu: Doğumun ardından ilk hafta içerisinde başlayan depresyon benzeri bir tablo olup farklı şiddetlerle olmakla birlikte çoğu annede görülüyor. Annelik hüznü olarak da adlandırılan lohusa sendromu, doğumun ardından annelerin kendini mutsuz ve gergin hissetmesi başta olmak üzere çeşitli belirtilerle kendini gösterebiliyor. (https://www.medicana.com.tr/haber-detay/12046/lohusa-sendromu-nedir-belirtileri-nelerdir)

Yazarın Diğer Yazıları