SEMİR KARDEŞİME İTHAFEN…
Semir’le üniversitede tanışmıştım. Göze ilk çarpan yönü, mütebessim çehresi ve insanlarla hemen iletişime geçebilmesiydi. Bu yönüyle benden farklıydı. Zira benim insanlarla iletişim kurabilme problemim var. İnsanlar benimle iletişime geçmeden ben onlarla iletişime geçemiyorum. Bu sebepten beni yüzeysel tanıyanlar, çok itici bulabilirler. Bunda da haklıdırlar.
İkimiz de aynı sene kaydolmuştuk üniversiteye ama bölümlerimiz farklıydı, bir de inancımız. Evet, yanlış okumadın, kendisiyle farklı inançlardandık. Hz. Ali’yi, Allah’ın yeryüzündeki ete kemiğe bürünmüş hâli olarak kabul eden ve bunu itikat olarak benimseyen bir ailede doğup büyümüş biri olarak gelmişti üniversiteye. Yıllar sonra memleketinde, baba evinde beni misafir ettiği sıralarda, bu inançlarını bizzat müşahede etme imkânım da olmuştu. Hz. Ali’yi –hâşâ- Allah olarak kabul eden bir zihniyetin ürünüyken, yılmaz mücadelesi ve sevecenliğiyle ailesini kaybetmeden hidayete eren bir mü’min oluvermişti.
Üniversite yılları bize çok şeyler kattı. Onun doğduğu yer oldu, benimse üzerine oturduğum hazinenin farkına vardığım yer oldu Erzincan. Ayrı memleketlerden gelip aynı derdi omuzlayan arkadaşlarla okul saatleri dışında vaktimizi birlikte geçireceğimiz faaliyetler tertiplerdik. O ve diğer arkadaşlarla birlikte Erzincan’ın kendine has yakıcı soğuğunda demlediğimiz sıcak muhabbetlerle ısıtırdık ruhlarımızı.
Dört senenin sonunda mezun olup memleketlerimize dönerken Semir de benimle birlikte gelmişti Malatya’ya. Bir ay kadar birlikte KPSS’ye hazırlanmış, sınava girmiştik. Ben İstanbul’a atanırken onun yolu Diyarbakır’a düşmüştü. Sonraki yıllarda her ikimizin tayini de memleketlerimize çıktı.
Uzun yıllar, Kur’an ifadesiyle “En güzel bir biçimde” mücadele ettiği ailesi, gün geldi pes etti. Ailesinde inanç olarak bir değişim olmadı ama hiç olmazsa “Seni namaz kılarken gördüğümde öldürmek istiyorum.” diyen annesi ve diğer aile fertleri onu inancıyla kabul ettiler. Geçen zaman, onun yeni dininin, ailesinin düşündüğü gibi “korkunç” bir şey olmadığını ailesine gösterdi elhamdulillah.
Gelgelelim bundan takriben altı ay kadar evvel bir telefon geldi. Telefonun öte ucundaki arkadaşım, Semir kardeşimizin bir iftiraya uğradığını ve birkaç aydır da cezaevinde olduğunu söyledi.Hayretler içinde kalmıştım. Meğer özel ders verdiği bir öğrencisi tarafından tacizle suçlanmış ve apar topar cezaevine gönderilmiş. Telefonun öbür ucundaki arkadaşıma “Peki delil var mı?” diye sorduğumda bana somut hiçbir delilin olmadığını ama yürürlükte olan İstanbul Sözleşmesi’ne dayanarak kadın beyanının esas alındığını söyledi. Hatta daha ilginç bir şey söyledi. Kadının beyanını yeterli delil kabul eden hüküm vericiler, tacizle suçlanan kardeşime suçsuzluğunu ispatlaması gerektiğini söylemişler. Ne tuhaf değil mi? İddia edenden delil isteyecekleri yerde, suçlanan kişiden suçsuzluğuna dair delil istiyorlar. “DİRİLİŞ ERTUĞRUL” isimli, herkese adalet dağıtan bir dizi vardı televizyonlarda. Devletin kanalı olan TRT’de yayımlanan bu dizinin bir bölümünün bir yerinde Ertuğrul Gazi’nin dilinden şu sözler dökülmüştü: “MÜDDEİ, İDDİASINI İSPATLA MÜKELLEFTİR.” Yani bir kimse bir iddiada bulunuyorsa, o iddiasını ispatlamak mecburiyetindedir. Aksi hâlde masum birinin günahına girmiş olur ki bunun hesabını Allah’a veremez.Türkiye Cumhuriyeti halkına tarihî bir şuur kazandırmak amacıyla yayımlanan bu dizideki mesajlar sadece kuru birer slogan olmaktan öteye geçmeyecekse, adalet, tarihimizin tozlu değil, şerefli raflarından günümüze inmeyecekse o zaman ne anlam ifade eder ki?
Şimdi gelelim neticeye. 2-3 gün kadar evvel Semir'in karar duruşması vardı. Mahkemeden nasıl bir karar çıktı biliyor musun? 15 sene… Dile kolay, tam 15 sene…Peki bu kardeşimin geride bıraktığı gözü yaşlı hanımı ile en küçükleri 5 aylık olan dört kız çocuğunun hakkını kim savunacak? Son çocuğunu daha kucağına alıp koklayamadı bile. Ve bu karar bozulmazsa çocuğuna sarıldığı gün, kolları arasında bir bebek değil, genç bir kız bulacak…
Bir yargıç neye dayanarak hüküm verir? Delillere göre değil mi? Sözün sükûta büründüğü yerdeyim.
Son hükmü, nihai mahkemede Allah verecek, son sözü Allah söyleyecektir. O Allah ki hem hükmü veren hem de olaylara bizzat şahitlik edendir.
“Buradan yetkililere sesleniyorum.” gibi basma kalıp bir söz kullanmayacağım. Ben buradan; mazlum kardeşimin Rabb’i olan, taciz suçlamasında bulunan kişinin Rabb’i olan, 15 sene cezayı kesen yargıcın Rabb’i olan, babasız büyüyen dört çocuğun Rabb’i olan, benim ve dahi âlemlerin Rabb’i olan ALLAH’A SESLENİYORUM!
“RABB'İM! İŞİTENSİN, GÖRENSİN, BİLENSİN.”
Vesselam…