Enes Tarım

Said Halim Paşa Ve Osmanlı'da İslamcılık 2

Enes Tarım

Said Halim Paşa “ İslâmcılık” akımının Osmanlının son dönemindeki en öndeki temsilcilerinden…  

Bir önceki yazımızda onun görüş ve düşüncelerini zikretmiştik. Bugün de devam ediyoruz inşallah…

***

Müslümanların gerilemesi konusunda hangi faktörlerin etkili olduğunu tartışan Paşaya göre İslam Dünyası; artık ilim ve fen karşısında bilgisizliğini gidermek zorundadır. Osmanlı toplumunun Batı medeniyetinin büyüsüne kapıldığını başka cemiyetlere ait kanun ve nizamların alınması suretiyle sosyal yapıyı değiştirmeye çalışmanın çare olmadığını söyler. 

Ona göre; batı hayranlarının hali, hastalıklardan korunmak ve tam bir sıhhate sahip olmak arzusu ile tıp kitapları okuyan kimseye benzer. Bunlar sonunda, kendilerinin bütün hastalıklara tutulmuş oldukları vehmine düşerek, hayatı, mecburen katlandıkları tahammül edilmez bir yük, çaresiz ve uzun bir ıstırap olarak görmeye başlarlar.

Devamla şöyle der:

“Osmanlı medeniyetinin daima batı milletleri medeniyetinden geri kalmış olduğunu sanmak yanlıştır. Çünkü bir zamanlar onlarınkine her bakımdan üstündü. Şu meşum taklit hastalığına tutulmasaydık bugünkü fark da bu kadar olmazdı. Kendi memleketinin kültürünü, medeniyetini, irfanını inkâr eden veya hakir gören milliyetini kaybeder. Dolayısıyla da, artık onun adına konuşmak, hakkı değildir.

Bizim idealimiz, içtimaî ve siyasî kanaatlerimiz, tamamıyla dinimizden doğmuştur. 

Dolayısıyla, ona saygı göstermek mecburiyetinde olduğumuz gibi üzerimizdeki bütün haklarını da kabul etmek zorundayız. Yine anlayacağız ki, dinsizlik denilen şey, Lâtin fikrinin düştüğü bir sapıklık halinden ibaret olup, zannedildiği gibi, bir fikrî üstünlük alâmeti değildir…”

***

Said Halim ilk eserlerinde sultan II. Abdülhamid’i istibdatçı ve idaresini de istibdat dönemi olarak değerlendirmiş olsa da hayatının son dönemlerinde Malta’da esaret hayatı yaşarken yazdığı ve 1920’de telif ettiği hatıralarının “Türkiye ve Hilafet” bölümünde II. Abdülhamid’in hilafet politikasını takdirle karşıladığını belirterek şu önemli tespitte bulunur: 

“İslam’ı çepeçevre sarmış olan uyuşukluktan kurtarma başarısı Abdülhamid’e aitti. Müslüman âlemi, onun boyun eğmeyen direnişinde büyük bir itminan ve bir daha sönmeyecek olan bir cesaret kaynağı bulmuştu”.

Said Halim Paşa, “halifeliğin bağımsızlığını sağlamak amacını güden maddî güç ve kuvvetin varlığı bu yüce görevin icrası için temel şart” olduğunu belirterek hilafetin Osmanlı’ya geçişini belirleyen şeyin “kuvvet” olduğuna dikkat çeker.

Hilafet makamının işgali konusunda en güçlü Müslüman devlet teorisini ve bunun, Hz. Peygamber’in neslinden olmaktan daha geçerli olduğunu ispat” ettiğini belirterek hilafetin Türklerin hakkı olduğunu vurgular...

Yine “ Buhranlarımız” da: “Müslümanların geriliği, ancak yabancı boyunduruğu altına girdikten sonra bütün çıplaklığı ve önemi ile meydana çıkmıştır…” der.

“Müslüman milletler, mütemadiyen değişmekte bulunan zamanın zaruretlerini dikkate almamış, bu değişmeyle meydana çıkan yeni ihtiyaçların, ancak dinlerini daha yüksek ve daha verimli bir tarzda tefsir ve tatbik etmeleriyle karşılanabileceğini anlayamamış, bu yüzden de gerileyip çökmüşlerdir.

Müslümanların gerilemesinin ikinci bir sebebi de, İslâm âlemi ile batılı Hıristiyan milletler arasında ortaya çıkan şiddetli ve sönmez bir din düşmanlığıdır. 

İşte o düşmanlıktan doğan sonu gelmez savaşlar, Müslüman milletlerin ilerlemesine ve gelişmesine gözle görülür derecede mâni olmuşlardır. Ayrıca bu karşılıklı nefret, müslüman milletlerin, garpta süratle gelişmekte olan medeniyeti tanıyıp ondan faydalanmasına da imkân bırakmadı.

Hâlbuki Müslümanların aşağı görüp tenezzül etmedikleri o medeniyet, gitgide tekemmül ederek garp milletlerinin üstünlüğünü meydana getirdi. 

İşte Müslüman milletler bu şekilde aynı hastalığa yakalanmış oldular. 

Bu öyle bir illet idi ki, hepsinde bulunduğu için dinlerinden geldiğine hükmedildi.

İslâm âlemi şarkta bitmez tükenmez felsefî münazaralar ile vakit geçirip metafizik vadisinde sonsuz, boş ve kısır çekişmelerle kuvvetten düşmekte iken, beri tarafta, yani garpta genç ve zinde milletler tecrübe metotlarına dayanan yeni bir medeniyet kuruyorlardı. Tabiatın sırlarına nüfuz ederek, sonsuz kuvvetlerden faydalanmayı başarıyorlardı. Fizik ve kimya sahasındaki keşif ve icatlar sayesinde bu medeniyetten doğan görülmemiş sanatlar, az bir külfetle en büyük verimi sağlayacak mükemmel ve sağlam vasıtalar yaptılar. 

Bu da garp milletlerindeki zahmetsiz kazanç, sömürme ve tahakküm hislerini son derece artırdı. Şarkın zenginliklerine göz diken bu milletler, cehennemi harp âlet ve cihazları ile bu haris düşmanlarına karşı müdafaadan âciz kalan İslâm memleketlerini istilâ ettiler.

Hiç duraklamadan gelişme ve ilerlemesini devam ettiren muntazam cemiyetlerin takip ettikleri usul budur…”

***

Paşa, kendini Müslüman olarak kabul eden birisinin bu dinin esaslarına göre düşünmesi ve hareket etmesi gerektiğini belirtir. 

Ona göre yalnızca Müslüman olduğunu söylemenin hiçbir anlam ifade etmez.

Din yegâne kurtuluş çaresidir. 

Müslüman milletler İslam öncesi bedevilik hayatlarına geri döndükleri için geri kalmışlardır. 

Dolayısıyla, Müslüman milletler için çıkış yolu İslamcılık siyasetidir. 

Bunun için din yeni ihtiyaçlara cevap vermek üzere yeniden tefsir edilmeli ve batıdaki gelişmeler yakından takip edilmelidir. 

İslam dünyasının kurtuluşu için çare; toplumun bütün sosyal ve siyasî hayatını yeniden 

İslamiyet’in değişmez ve ebedî hakikatleri üzerine kurmaktan ibarettir…

Onun hayat boyu düşüncesinin odak noktası İslam idi.

Ve idealindeki hayat tarzı ise asrısaadetti…

Allah rahmet eylesin mekânı cennet olsun inşallah… 

Selam ve dua ile…

Yazarın Diğer Yazıları