Enes Tarım

Kafeste Geçen Hayatlar

Enes Tarım

Kardeşim bir aylık yıllık tatil için şehir dışına çıkarken muhabbet kuşunu da bakmamız için bize bıraktı. 
Adı Boncuk.

Elimizden geldiği kadar iyi bakmaya rahat ettirmeye çalışıyoruz.

Ee ne de olsa o da bir canlı ve strese girmemesi, yabancılık çekmemesi lazım.

O yüzden de ortamı yadırgamaması için sırtına bir yastık vermediğimiz kaldı.

Boncuk hazretlerinin keyfi yerinde gibi görünüyorsa da Süleyman gibi kuşdili bilmediğimizden dediklerini anlamıyoruz…

Yeğenlerim bazı kelimeler öğretmişler.

Aşkım, ciciş gibi şeyler…

Sanırım muhabbet kuşlarının çoğu böyle şeyler söyleyebiliyorlar öğretilirse…

 Mavi tüyleri var ve bayağı hareketli bir kuş… 

Yemini suyunu düzenli vermeye çalışıyoruz.

Özellikle kraker şeklinde uzun çubuk yem var; onu sanki daha çok seviyor gibi.

O çubuktan yirmi günde üç tane tüketti şimdiden; oradan bilmiyorum...

Yiyor mu yoksa gagasıyla vurup kafesin dibine mi döküyor tam anlamamış olsam da yine de sevdiği kanaatindeyim.

Ara sıra kafesin kapısını açıp biraz da olsa uçmasını sağlıyorum sağlıklı kalması adına.

Sonrasında geri kafese girdiğinde evde biraz daha serin bir köşe var oraya getirip bırakıyorum. 

Kalıyor öyle...

***

Serde muhabbet kuşu bakma tecrübemiz var ne de olsa.

Kızım severdi böyle ev hayvanları ve o yüzden olsa gerek CV’mizde akvaryum balıkçılığı, kaplumbağa yetiştiriciliği gibi yetenekler de var.

Deneyimliyiz yani... 

Hatırlıyorum da son aldığımız muhabbet kuşu ölünce ailece büyük üzüntü yaşamıştık.

Tören ve seremonilerle bahçeye gömüp arkasından ailece hep beraber dua dahi etmiştik. 

Evimizde yaşayan bir canlıya vefa borcu adına… 

Ve o kadar üzülmüştük ki bir daha yeni bir kuş almak istemedik. 

İlgili malzemeleri kafesini falan kuş yetiştirmede istekli olan bir arkadaşa vermiştik…

***

Bunları niye anlattım?

Çok orijinal şeyler değil yani...

Şunu düşünüyorum; bir canlı hayvanı almışsınız bir kafesin içerisine koymuşsunuz ve bu hayvanın tüm ömrü bu kafes içerisinde geçiyor.

Bir evin iki odası onun tüm hayatı…

Dışarı salıp özgürleştiremiyorsunuz da.

Çünkü kafes hayvanı olduğu için çevre ile uyum sağlayamıyor.

Yem bulamayacağından ya da kendisine zarar verebilecek diğer canlılardan ötürü uzun süre hayatta kalamıyor.

Geriye günler haftalar aylar hatta yıllar boyu bir kafes içerisinde tek başına bir yaşamdan başka bir şey sunamıyoruz ona.

Arada bir seven, tüylerini okşayan, yemini suyunu veren sahiplerinden başka kimsesi yok.

Birkaç günde bir kafesin kapağını açıp biraz uçmasını sağlamak dahi sahibinin insafına kalmış.

Öyle ya da böyle ölene kadar böyle bir hayat…

***

Peki, sizce böyle bir hayat anlamlı mı?

Nefes alıp veren bir canlının böyle bir ömür tüketmesi korkunç bir şey değil mi?

Bazen aklıma hayvanat bahçesinde miskin miskin oturan tüyleri dökülmüş aslanlar geliyor.

Haşin bir eda ile bir sağa bir sola gidip gelseler de ormanlardaki o azametlerinden kükreyişlerinden hiçbir eser yok.

Ya da filler, su aygırları, zebralar, kurtlar, tilkiler, tavşanlar, ayılar, su samurları…

Yaşamları bir kafes içerisinde başlayıp yine başka bir kafes içerinde bitiyor.

Büyük kısmı doğduğundan itibaren başka hiç bir yer görmüyor.

Büyük bir kısmı ya hayvanat bahçelerinde doğuyor ya da küçükken yakalanıp getirilip hapsediliyor.

Küçük bir kafeste bir ömür geçirip ölüp gidiyorlar.

Ne için peki?

İnsan türüne hizmet için…

Büyük homosapiensler küçük homosapienslere tabiatın tek hakimi olduklarını göstersin, yem atsın, gülüp eğlensin...

İnsanoğlu ne kadar zalim…

İnsan türü ne kadar gaddar... 

***

Geçmiş yüzyıllarda gruplar halinde ava çıkardı kabilelerin savaşçı erkekleri.

Avlanarak geçinir bazen de diğer kabilelerin yaşam alanlarına baskınlar düzenler; erkekleri öldürür kadın ve çocukları esir alıp köle edinirdi.

Sonraları diğer kıtalardan Afrika’dan siyah renkli kadın ve erkekleri yakalayıp kendi kıtalarında satmaya dönüştü bu iş.

Düşünsenize Afrika’da doğmuşsunuz ten renginiz siyah... 

Bir gün beyaz adamlar geliyor hiç görmediğiniz silahlarla saldırarak sizi yakalıyor zincire vuruyor ve bir geminin içerisinde günlerce haftalarca aylarca yol alarak başka bir kıtaya götürülerek satılıyorsunuz.

Bu yolculukta etrafınızdaki çoğu insan açlıktan havasızlıktan bakımsızlıktan ölüp gidiyor.

Yine de ölmeyip sağ kaldıysanız ne mutlu size…

Hayat boyu köle olacağınız bir yaşam sizi bekliyor…

Ne kadar acı değil mi?

İnsanoğlu ne kadar zalim…

İnsan türü ne kadar gaddar…

***

Pekala, bizler ne yapıyoruz nasıl bir hayatımız var?

Yaşamımız kafes hayvanlardan ya da Afrika’dan getirilerek köle edinilen bir siyahiden ne kadar farklı?

Hayat ne veriyor ne anlıyoruz yaşamdan... 

Neden bu gezegendeyiz, dünyaya neden geldik, ne yapmaya çalışıyoruz?

Doğduk büyüdük yıllar su gibi aktı geçti gitti…

Kimi zaman neşelendik kimi zaman acı şeyler yaşadık ve göz açıp kapayıncaya kadar bir ömür tükendi. 

Sabahın köründe işe başlayıp akşama kadar çalışıp sonra eve gelip bir parça ekmek yiyerek tv izleyip yatmak ve ertesinde her gün aynı şeyleri tekrarlamak çok mu cool bir şey?

Günler haftalar aylar yıllar… 

Bunlar bir kafeste yaşamaktan çok mu farklı sahi?

Asgari ücretle karın tokluğuna her türlü zorluk sıkıntı içerisinde bir iş yerinde patronların yöneticilerin 
idarecilerin ağız kokularını çekerek çalışarak yıllarını heba etmek…

Tüm bunlar Afrikalı bir siyahi kölenin hayatından daha mı değerli? 

***

Bilmiyorum ama galiba hayat hiç de güzel şeyler sunmuyor. 

Evet, belki küçük şeylerden mutlu olmak lazım.

Hayatta kalışımıza şükretmek…

İyi ama tüm bunlar bu mutlu oluş bize çocukluktan itibaren öğretilen bir acizlikse…

Küçük ödüllendirmelerin büyük mutluluklar geleceğine inandırılmışsak…

Öyle ya da böyle…

Hayat çok kısa…

Ve biz ne yaptığını bilmeden yeryüzünde…

Bir kafes içerisinde…

Gezinip duruyoruz biteviye…

Selam ve dua ile…

Yazarın Diğer Yazıları