Doç. Dr. Ahmet Küçük

Deprem, Ziraî Don, Bahçe Sahipleri ve Biz

Doç. Dr. Ahmet Küçük

Ülkemizde son birkaç yılda ard arda gelen deprem, don vb. felaketlerle ekonomik, sosyal, kültürel, ahlâkî ve manevî travmaların meydana gelişi at başı gitmektedir. Kimileri gelen felaketlerin bu travmaları tetiklediğini, kimileri de içten içe çürümüş bu toplumda var olan ancak gizlenip saklanan travmaların bu felaketler sebebiyle açığa çıktığını, kimileri de felaket diye nitelediğimiz hadiselerin adaletin tecellisi olduğunu ve eşyayı kullanım ahlâk ve zihniyetinin insana geri dönüşü şeklinde tecelli ettiğini iddia etmektedirler. Her üç iddia da şüphesiz tartışılabilir ciddi delillere ihtiyaç duymaktadır. Bu yazımızda söz konusu tartışmalara girmeden Kur’ân’ın bu tür olaylara yönelik bir perspektif verip vermediğini anlamaya çalışacağız.

Şüphesiz Kur’ân, mutlak irade sahibi, arzın ve semavâtın yegane sahibi, kainatta Allah’a rağmen. Allah’ın bilgi ve iradesinin dışında hiçbir şeyin gerçekleşmeyeceği bir Allah tasavvurunu öngörür. Mekke müşriklerinde olduğu gibi modern cahiliyede de kendini gösteren arzın ve semanın ilahlarını farklılaştıran, sebepleri Allah’ın yerine ikame eden bir yaklaşımın adı şirktir. Allah’ı hak ettiği adil bir makama yakıştırmayan bu tarz bir şirk ise en büyük zulümdür. Depremi ve bu tür bela ve musibetleri Allah’tan bağımsız düşünmenin moda olduğu bir dönemde bu ön girişi yapma zarureti hasıl olmuştur. Bu ön kabulden sonra meseleyi Kur’ân’ın darbı mesel ettiği, mahsülü toplamak üzere sabahleyin bahçelerine gittiklerinde bahçelerinin (don vb.sebepten) simsiyah kesildiğini gören “bahçe sahipleri” örneği ile birlikte anlamaya çalışalım.

Her şeyden önce Kur’ân; zımnen malın, servetin insan ve toplumların özgürlük, güvenlik, huzur ve mutluluklarını sağlamak, fakirlik ve yoksulluk problemini gidererek toplumsal barış ve dengeyi ikame etmek için bir araç olarak kullanılması gerektiğine işaret eder. İnsan ve toplumlar bu bağlamdaki toplumsal sorumluluklarını yerine getirmişlerse doğal olarak bu alandaki imtihanlarını da başarılı bir şekilde sonuçlandırdıklarını var sayar. Nitekim Kur’ân; insan hayatının her döneminde de bu sorumluluğun yerine getirilmesini teklif eder. Medenî ayetlerde olduğu gibi, Mekkî ayetlerde de başkasını doyurma anlamında it’âmdan,  başka bir fakirin geçimini sağlama manasında infaktan  ve zenginin malında fakirin payı/hakkı olan  zekattan  bahseder. Bu üç kurum (it’âm, infak, zekat) baştan beri inşâ edilen birey ve topluma emredilerek onların mal ve servete bakışlarını, malın ve servetin kullanım ahlâk ve zihniyetlerini belirler. Bireysel arınmayla birlikte toplumsal arınmayı da sağlayan bu müesseseler; tamamen paylaşma, dayanışma ve yardımlaşma gibi toplumsal yansıması olan duygu ve değerleri içerir. Bu hususlarda bireysel ve toplumsal bir ahlâk ve bilincin oluşmasını özellikle ister.

Kur’ân; bu bilinçten yoksun ve kendi mallarındaki fakirlerin hakkını vermekten kaçınan bahçe sahiplerinin imtihan edildiklerini yine Mekke’de nazil olan ayetlerle uyararak, öncelikle muhatap kitle olan Mekke toplumu başta olmak üzere, bütün çağlardaki birey ve toplumlara mesaj verir. Aslında onun kullanım ahlâk ve bilincinin tespiti için kendilerine bir bahçenin bahşedilmesinin, bir sınanma aracı olduğunu açıkça ifade eder. Ancak bu süreçte toplumsal sorumluluklarını yerine getirmeyerek imtihanı kaybeden bahçe sahipleri tabiatıyla bahçelerinin yok oluşuyla karşılaşırlar. Bu durum Allah’ın kendilerine önceden bahçeyi vererek sınamasının olumsuz sonucunun dünyadaki bedelini yansıtır. Ödenen bu bedel, yani belâ ve musibet şekliyle tezahür eden kaybederek imtihan olunma halinin akabinden olay karşısındaki tutum ve davranışlarını, gerekli dersi/ibreti çıkarıp çıkarmadıklarını tespite yönelik ikinci bir sınavla karşılaşırlar. Bir başka deyişle; imtihan kesintisiz bir süreç olduğundan, bahçelerinin verilişi gibi yok oluşu da kendilerine hem yeni bir imtihan hem de yeni bir imkan ve çıkış yolu sunar. Bu kesintisiz olarak devam eden imtihan sürecinin yeni bir evresidir. Nitekim ayetlerde geçtiği şekliyle içlerinden en makûl olanının ifadeleri hem bu durumu yansıtmakta, hem de onların bu olaydan gerekli ibreti aldıklarına işaret etmektedir.

Kısaca malın/servetin bu çerçevede, bu kullanım ahlâk ve zihniyetiyle kazanıldığı ve harcandığı toplumlarda hırsızlık, gasp gibi mal ve servete yönelik ihlal ve tehditler arızî bir durumdur.  Arızî de olsa bu durum karşısında Kur’ân birtakım tedbir ve cezaî müeyyideler getirmektedir.  Aslında mal güvenliğini sağlamaya yönelik asıl önleyici tedbir, onun yukarıda zikredilen ahlâk ve zihniyet üzere harcanmasını gerçekleştirmektir. Malın bir sınanma aracı/fitne oluşunun, insanoğlunun sahip olduğu mal ve ürünlerinin eksiltilmesi sûretiyle mutlaka deneneceğine dair kesin ifadenin temelinde bu ahlâk ve zihniyeti tespit etmek yatmaktadır. Bu, mal ve servet sahiplerinin imtihanıdır. Fertlerin ellerinde bulunan mal ve servet; zikredilen kurum ve ahlâki değerler çerçevesinde harcandığı takdirde, toplum tarafından toplumun ortak ekonomik değeri olarak kabul edileceğinden,  her birey mal ve servetin korunması noktasında gerekli hassasiyeti göstermek durumundadır. Bu ise mal ve servetin içerisinde bulunduğu topluma emanet edildiğini, fertlerin de bu emanete karşı toplumsal imtihanla karşı karşıya olduklarını önümüze koymaktadır.

Gelinen noktada yeryüzü ve sema Allah’a rağmen ve Allah’tan bağımsız olmadıklarına göre orada olup bitenlerin basit bir maddî sebep sonuç/determinist ilişkisi olduğunu iddia etmek ne kadar doğrudur. Allah(c.) semaya neyin yükseldiğini bildiği gibi bu yükselen şeyin neyi hak ettiğini de bilir ve onu hak eden şeyi semadan yeryüzüne indirir de indirir. Belayı, gazabı hak eden bir semaya yükselene rahmeti indirmesini beklemek; Allah’ın adalet tasavvurunu anlamamak demektir ve bu beyhude bir bekleyiştir. Gazze’de, Doğu Türkistan’da, Arakan’da vb.yerlerde insanların, kadınların, çocukların, yaşlıların bombalarla cesetleri semaya paramparça savrulurken, bunlardan hayatta kalanların da açlıktan, susuzluktan öldüğü bir dünyada bizim kaysı, kiraz, meyve bahçelerinde, bağlarda bolluk, israf ve debdebe içerisinde olacağımızı nasıl bekleyebiliyor ve düşünebiliyoruz ki. İnsanlığı katleden bu zalimlere sessiz ve suskun kalarak onlarla birlikte saf tumanın yanımıza kalacağını mı sanıyoruz? Arz ve sema üstünde ve altında işlenenlere tanık değil mi? Onlar bile bu zulme dayanamazken bu Ademoğlunun yanına kar mı kalacak. Elbette Kur’ân dünyayı cezalandırma yeri değil imtihan yurdu olarak tanımlar. Ancak suçun öylesi vardır ki ahiretteki karşılığıyla birlikte dünyada da cezalandırmayı gerekli kılar. Ademoğlu öyle bir cürüm işliyor ki cezası Ahirete ertelenmeyecek kadar vahimdir. Cehennem zaten o zalimlerin ahiretteki ebedi yurdudur.

Ademoğlu işlediği zulümlerle kendi sonuna/kıyametine hızla koşuyor. O kadar ki artık insanın “ kıyamet kopsa” diye yakarası geliyor… Son yıllarda ard arda bu musibetlere muhatap olan bizler de gerek depremde gerekse ziraî don olayında kaybettiğimiz, kaybedeceğimiz mal ve servetin ağıtını yakmak yerine bu felaketlerden ders çıkarıp kaybettiğimiz ahlâkî ve manevî değerlere, yani insanlığa dönüşü/kutlu hicreti yaşamayı tercih etmeliyiz. Aksi takdirde her halü karda gelecek olan kıyameti/eceli zorlayıp mücrimler olarak yok olup gideceğiz. Bu tünelin son çıkışıdır ve ikinci bir çıkış da maalesef yoktur vesselam.

Yorumlar 2
Salih iyikul 14 Nisan 2025 21:01

Elinize sağlık, kaleminize güç kuvvet olsun. İstifade ettim bu güzel yazıdan

Aşşağı şeherli 13 Nisan 2025 05:05

Eyyyyy düşünerek (inşallah iyi düşünmüşsündür) yazıyı yazan, sen bu yazdıkların ile düşündürttün mü? Sence akledebilen çıkar mı? Ders çıkaran okur mu? Ya da bu yazdıklarının maksadını "Tamamen Allah rızası" olduğunu kabul edelim. Sence bu yazını okumuşlar mıdır? Okuyanlar içerisinde kaç kişinin Allah'ı razı etme yoluna gireceğine inanıyorsun?

Yazarın Diğer Yazıları