"Bir çocuğun taşıyabileceği en ağır yük, ebeveynlerinin yaşanmamış hayatlarıdır" Carl Jung
Kendinizi zaman zaman yetersiz, eksik ve kifayetsiz hissediyor musunuz? Onca çabanıza, fedakarlığınıza, uykusuz gecelerinize rağmen yetmediğinizi, yetemediğinizi ve yetemeyeceğinizi düşünüp çaresizce her şeyden ve herkesten vazgeçmek zorunda kaldığınız oluyor mu sizin de? Yetmediğinize şikayet etmeyip, çekmediğinize şükredin demek geçiyor içimden ama yaşadığımız çağ o kadar kolay değil dersiniz diye ısrarcı olmuyorum bu konuda. Evde, işyerinde, okulda ve dahi tüm toplumsal ilişkilerimizde, varoluşsal bir kibirle ve kendi epistemik konumunu evrenselleştirerek herkesin birbirini bir kalıba sokmaya çalıştığından, yer yer hissettiğimiz bu yetersizlik hissinin sebebine değinelim bu hafta: tek tipçiliğin ve zorla uyum sağlamanın mitolojik sembolü Prokrustes’in yatağı.
Mutlakçı anlayışın metaforu cani bir haydut olan Prokrustes, bireyleri veya gerçekliği katı kalıplara uydurmaya çalışarak, evine davet ettiği misafirleri kendi boyuna göre yaptığı ideal ölçülerdeki yatağına yatırır; kısa olanları gererek uzatır, uzun olanların ise bacaklarını keserdi. Tıpkı günümüz neoliberal eğitim sistemlerinin adımona uyumu kutsallaştırarak, bireyleri ölçüp, biçip, sınırlandırdığı görünmez zalim bir standartlar manzumesi dayatması gibi. Oysa her mutlaklık iddiası, başka bir varlığı kurban eder ve ne yazık ki modern eğitimin kurbanları da evlatlarımızdır.
Ebeveynler olarak müsveddeye dönüşmüş geçmişimizi temize çekeceğimiz yeni bir defter olarak gördüğümüz çocuklarımızı, narsistik uzantılarımızmış gibi algılayıp, tatmin olmamış egolarımız üzerinden sosyal statü devşirebileceğimiz putlara dönüştürüyoruz. Üstesinden gelemediğimiz travmalarımızı bilinçsizce aktardığımız ve intikamlarımızı alsınlar diye muhteris prens ve prensesler olarak kurguladığımız çocuklarımızın koşulsuz temel hakları olan sevgiyi dahi ihtiraslarımızla paketlediğimiz performans ödüllerine dönüştürüyor olmamıza ne demeli peki? Kendi hayal kırıklıklarımızın rövanşı gibi algıladığımız kusursuz proje çocukları tasarlarken, kendi kusurlarımızı örtmeye çalışıyor olabilir miyiz?
Sanayi Devriminin standart işçi sınıfını yetiştirmek için yapılandırılmış modern okullar, eline rasyonalizm cetvelini alarak her birimizi Prokrustes’in yatağına yatırmaktadır. Rutin işlerin robotlar ve algoritmalar tarafından icra edildiği, standartlara uyanın değil, standardı yükseltenlerin; ezberleyenlerin değil, sentezleyenlerin var olabildiği Endüstri 4.0 ve Toplum 5.0 çağında, eğitimimizin hala sanayi devriminin bozuntuları arasına sıkışmış olması üzmüyor değil açıkçası. Beynin esnekliğinin ve her zihnin konnektom çeşitliliğinin tıpkı parmak izi gibi benzersiz olduğunun aşikar hale geldiği, kendi doğasına yabancılaşan insanın derin bir iç huzursuzlukla varoluşsal zeminini teşkil eden aidiyet hissini kaybedeceği psikoloji tarafından ilan edilirken marangozhaneye dönüşen sınıflar ürkütmüyor değil hepimizi. Katı müfredat, tek tip sınavlar ve standartlaştırılmış ölçütler ne yazık ki Prokrustes’in yatağına dönüşerek zihinsel ve kültürel bir zorbalığa dönüşüyor.
Peki ne yapabiliriz? Kuran Rum Suresi 22. ayette geçen "renklerin ve dillerin farklılığı", sadece fiziksel bir çeşitlilik değil, mizaç ve kabiliyet çeşitliliği derin bir ibret ve hikmet taşımaktadır. Eğitimin asli görevi aleme bir ayet olarak tecelli eden bu çeşitliliği yok etmekten ziyade bilakis onu beslemek ve değerini açığa çıkarmak olmalıdır. Ellerindeki budama makaslarıyla önüne çıkan her fidanı kendi zihinlerindeki ne idüğü belirsiz ağaç ideasıyla kesip biçen Prokrustesci eğitimcilerin, şefkatli bir bahçıvan gibi her tohumu, fidanı ve ağacı tanıyıp, bilip kendi şakilelerine (İsrâ, 84) göre serpilip büyümelerine ortam hazırlamalıdır. Rabbim hepimize, yaşadığımız ömrü daha anlamlı kılabilmemiz için lutfettiği emanetlere layıkıyla sahip çıkacak, hakikati kendi sığ kaplarımıza sıkıştırmaktan ziyade kaplardan taşırtacak Lokman hikmeti nasip etmesi duasıyla…