SON
DAKİKA
Tarık İnce

Diyalektik tartışma ya da Eristik çekişme…

Tarık İnce

Sesini alçalt ki sözün yücelsin.

Sahi, en son ne zaman “evet, yanılıyor olabilirim” diyerek bir tartışmadan çekildiğinizi hatırlıyor musunuz? Tartışmalarımız zihinlerimizin sınırlarını zorlayıp hakikati bulmaya çalıştığımız diyalektik bir varoluşsal zemin arayışı mı, yoksa egolarımızı çevreleyen kumdan kaleleri müdafaa ettiğimiz savaş alanlarına mı dönüşüyor? Sanal mecraların şekillendirmeye başladığı tartışma kültürümüz, aklımızın hudutlarını aşmaya cesaret ederek gerçeği aramaktan çok  ötekini mağlup edip alkışlarla taltif edilmenin verdiği uçarı zafer sarhoşluğuyla tatmin olmaya dönüşüyor sanki. Ötekileri bozguna uğrattığımızda, onları gerçekten yola getirdiğimizi zannediyoruz; oysa asıl yaptığımız şey, onları sessizliğe, kendimizi ise körlüğe mahkûm etmek. Kendi kanaatinden bile kuşku duyup, tez-antitez arasındaki çelişkiler aracılığıyla hakikate ulaşmayı amaçlayan Aristoteles'in diyalektiği, son günlerde her ne olursa olsun kendi haklılığını ıspatlamayı gaye edinen “eristik” tartışmalarla yer değiştiriyor gibi. Peki nedir bu eristik tartışma?

Kendini üstün göstermek uğruna hileli ve aldatıcı argümanlarla hamaset yapma üzerine odaklanan eristik anlayış, Yunan mitolojisinde uyumsuzluk ve çekişme tanrıçası Eris'ten ilham almaktadır. Eris, üzerinde “en güzele” yazan o meşhur “uyumsuzluk elmasını”, Hera, Athena ve Aphrodite arasında nifak çıkarmak için ortaya atmış ve Truva Savaşı’nın yolunu açmıştı. Çağdaş iletişimin açmazlarının beşiği olan sosyal medyaya düşen her tweet, haber başlığı, ya da imaj, Eris'in elması misali , kitleleri ayrıştırmakta ve tartışmaları hakikati aramaktan saptırmaktadır. Zira Schopenhauer da, Haklı Olma Sanatı başlıklı eserinde, eristik diyalektikte bir kimsenin, haklı ya da haksız olmasına aldırmaksızın, sadece galibiyete odaklandığını ve aldatıcı argümanlar ürettiğini belirtir. Fikirlerin artık bir düşüncenin mahsulü olmayıp kimliğin sembolü sayıldığı bu kertede, tartışmalar düşüncenin değil kimliğin vitrinine dönüşür; insanlar fikirleri değil, ait oldukları toplulukları müdafaa ederler.

Haklı çıkma dürtüsünün nörolojik ve psikolojik altyapısı da derinlerde saklıdır. İlkel olan beynimiz (amigdala) kendisine muhalif fikirleri varoluşsal bir tehdit unsuru gibi algılar ve “savaş ya da kaç” reaksiyonunu harekete geçirir. Tehdit algısı güçlendiğinde, zihin artık kendisine bir delil değil, bir zırh arayışına girer. Çünkü bu durumda mağlup olan şey bir fikir değil, kendi benliğidir. Zira haklı olma güdüsü, hatalı görünme korkusu, yetersiz olma korkusu ve hafife alınma korkusu gibi duyguların maskelemesidir. Ve işte tam o anda beyinde dopamin patlaması meydana gelir ve bu anlık zafer, bir “like” ya da “bravo” gibi bir iletiyle taçlandırıldığında artık bir bağımlıya dönüşüveririz. Narkissos'un sudaki yansımasına ve kendi sesinin yankısına aşık olması gibi, biz de kendi gururumuzun labirentinde kaybolur, kendi haklılığımızın yarattığı sarhoşlukla, ötekinin gerçekliğine kör ve sağır oluruz.

Yok mu bu yaygaracı basiretsizlikten çıkabilmenin yolu? Var tabi ki. Kadim bilgelik ve erdemli bir duruş. Özellikle sanal alemde her ne kadar mantık bir silah, duygular ise manipülasyon aracı olarak kullanılıyor olsa da, asıl yitirilen değer Ethos, yani sözün özündeki halis niyet ve ihlastır. Ethos yok olduğunda, akılcı düşünce düşünsel zorbalığa, duygu ise manevi bir istismara dönüşmektedir. Ve işte tam da burada Kutsal Kitabımız, güzel üslup ve ahlaki bilgiye dayalı bir tartışmanın etik çerçevesini sunmaktadır: "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde mücadele et" (Nahl, 16/125). Bu öğreti, tartışmayı muhatabı alt etmeye değil, onun izzet-i nefsini korumayı sağlayacak şekilde hakikati aramaya dayandırır; çünkü tahkir edilmiş bir gönül kendini hakikate açamaz. “Bilmediğin şeyin ardına düşme” (İsra, 17:36) ve bir bilginin güvenilirliğini tahkik et (Hucurat, 49:6) gibi sorumluluklar, bilgi etiğinin bir parçasıdır. Cehâlet ve saldırganlığa karşı “Selâm sana” (Furkan, 25:63) diye cevap veren bir ruh asaleti, “Ben seninle ego konusunda rekabet edemem” diyen necip bir karakterin ilânıdır.

Sözün özü, nihai galibiyet ötekini susturabilmekte değil, bilakis cehaletten özgürleşebilmektedir. Zira galip gelen bildiklerini bir nevi beyan ederken, iknâ olan insan zihnine yeni bir ufuk açar. Zira sözleri keskin bir kılıç gibi kullanmaktan vazgeçer, onları birbirimize doğru açılan pencerelere dönüştürerek, benlik çukurundan kurtulup hakikatin bizzat kendisine erişebiliriz. Bu, epistemik bir ahlâktır: bilgiyi kibirle değil, ihtimamla kuşanabilmektir. Bu suretle, benlik külfeti hafifletilir, dilin keskinliği törpülenir ve kalbin üstündeki kibir tortusu bir nebze seyreltilir. Rabbimiz bizleri, entelektüel kibri bir kenara bırakabileceğimiz, mütevazı bir şekilde dinleyip nezaketle fikir teatisinde bulunabileceğimiz iklimlerde bir araya getirmesi temennisiyle.
 

Yazarın Diğer Yazıları