
Siz Uyaranları Sevmiyorsunuz
Necip Cengil
Bazen size sıradan gibi gelen küçük bir şey; makam, bazen iştiyakla istediğiniz ve size verilen bir nimet, korunması gereken önemli şeylerdir. Korunması, iyide değerlendirilmesi, Allah’ın hoşnutluğuna vesile kılınması gereken şeyler. Belki de o şey size emanet edilen Salih’in devesidir. Onu Allah’ın istediği fıtratta tutmanız, ona kötülükle dokunmamanız gerekir. Kötülükle dokunursanız üzerinize çökecek azabın gölgesini beklemelisiniz. Size uzak gelebilir, siz azabı çok olağanüstü bir günde üzerinize düşecek olağanüstü bir şey sanabilirsiniz ancak sıradan bir günde, sıradan bir hal ile tepetakla olursunuz.
Size teslim edilen küçük veya büyük bir makam, emanet edilen bir iş belki de sizin için Salih’in devesidir. Onu kötüye, kirli işlere kurban edersiniz. Kurban ederken de belki içinizde yüzünü gösteren ve sizi yoldan çıkaran o “hani bizi korkuttuğun azap, ne azabı git işine” sesini duymaz olur veya işitir ancak “benden gelmiyor” dersiniz. Yapageldiğiniz yanlışlara, kötü işlere devam edersiniz.
Siz böyle meseleyi pervasızca sıradanlaştırırken kitaptaki Salih yanı başınızdadır ve “ey Salih bizi korkuttuğun azap hani nerede” tavrınızı görmekte size asırlar önce söylediğini tekrarlamakta; “doğrusu siz uyaranları sevmiyorsunuz” demektedir. O ses asırlar öncesinde, orada söylendi ve orada kaldı sanmayın. Nice uyarıcı söz var ki binlerce yıldır ha bire tekrarlanır, biz duymak istemeyiz. Her gün baktığımız bir pencerede karşımıza çıkmaktadır, görmek istemeyiz. Öyle ki; onlara eskilerin hikâyesidir modunda bakıp, içinde debelendiğimiz temiz olmayan uğraşlara devam etmekteyiz.
Bir küçük birim müdürü, sorumlusu, bir genel müdür, bir daire başkanı, bir belediye başkanı, bir vekil veya bakan olabiliriz. Mutlaka sınandığımız bir Salih’in emaneti vardır, bize emanet edilen ve kötüye karıştırılmaması, kirli işlere kurban edilmemesi gereken… Böyle bir itinayla, dikkatle eğilmemiz gerekir işleri, emanet edilenleri… Makamları nefsimizin iblisle ortaklığına alet etmemeliyiz.
Hem bizim azap dediğimiz nedir, nerede karşımıza çıkar? Sahi bir yanardağın lavlarının üzerimize akması gibi bir azap mı bekleriz? Yaptığımız kirli işler, girdiğimiz kirli oluşumlar bizi sararken ve gözlerimizi ve kulaklarımızı uyaranlara kapatırken, belki de ardımız sıra gelen haklı lanetler, beddualardır azabımızın gölgesini üzerimize çeken, sürükleyen…
Belki bir kavmin Şuayp peygamber ve beraberindekiler için söylediği “bunlar çok temizlermiş, kendinizden uzak tutun, dışlayın, yaklaştırmayın, günahı düşünen iş yapamaz” sözlerdir bizi kuşatan… Ve bu nedenle bize teslim edilen makamı, makamları beraberce kirli işlere kurban edebileceğimiz yandaşlar arayıp durmaktayız.
Yıllardır şahit olunan bir gerçekliktir; biz uyaranları sevmiyoruz! Alkışlayanları, sen en iyisini bilirsin ağam, biz kimiz ki size akıl verelim diyenleri sevgi çemberimizin içine almaktayız. Bu sevgi midir, körlük müdür tefekkür edilmeli… Haz sevgi midir, sanmıyorum ama sanırım hazzı, bir şehvet olarak sevginin yerine konumlandırıyoruz. Birlikte sorumsuzluklar inşa ettiğimiz kişilerle yol almaktan hazzediyoruz.
Salih’in emaneti olan deve belki de bir proje penceresidir. Projeler geliştirmemiz, insanlığın faydasına sunmamız ve bu projeleri kirli işlere kurban etmememiz istenmektedir. Biz “yapana kâr kalıyor” akıl eksiliğiyle hareket edip, bize de kâr kalsın hazzını uyguluyoruz. Uyguladığımız bu haz inşa etmekte olduğumuz cehennemimiz olur. Zira insan bu dünyadan giderken, kendi cennetini veya cehennemini inşa etmiş olarak gitmektedir. Azabı bir paratoner gibi kendimize çekiyoruz yoksa Allah kimseye zulmetmez!
Üzerine atladığımız proje denilen bazı şeyler belki de emanet edilen deveyi boğazlamaya götürmektedir bizi; iklim yasası gibi, Gazze üzerinde çoktandır hazırlanan ve binlerce insanın kanının üstüne kurulmak istenen şehirler, tarım üzerine oynanan oyunlar gibi… Şehri iyi akort edip güzel bir müzik eseri dinletmek yerine, suyu, toprağı, imarı iyi akort edememek gibi… Sahi kendimizi sorguladığımız geceler mi çok, “aman bana mı kaldı, ben mi düzelteceğim, böyle gelmiş, böyle gider” dediğimiz geceler mi?
Yüzbinlerin yaşadığı bir şehirde, neden birbirimize sokulduğumuz, emaneti evire çevire yorduğumuz, bir şeye benzetip benzetemediğimizi sorgulayamadığımız bir avuç kişinin dışına çıkamıyoruz. Salih’i etkisiz kılmak için Kur’an bize dokuz kişilik bir yapılanmadan bahseder. Biz kaç kişilik yapılanmalarla, şehrin iyiliğini, ülkenin iyiliğini, dünyanın iyiliğini bloke ediyoruz?
Yarın, kimse bizi uyarmadı denilirse üzülürüm, o kadar uyaran dinledim ki, hiçbirini hatırlamasak bile Kur’an’ın uyarısı, oradaki ismi geçen peygamberlerin uyarısı yeter. Uyaranların sayısı önemli olsaydı, Allah gönderdiği bütün peygamberlerin isimlerini sayardı Kur’an’da, sadece bir kısmının ismini ve gönderildikleri bölgeleri bildiriyor.
Haydin tefekküre!