Mehmet Zeki Dinçarslan

Bâtılı Tasvir

Mehmet Zeki Dinçarslan

Önce söz vardı diye başlar Yuhanna incili. Sözün gücüne vurgu yapar. Söz, hakikaten de sadece bir aktarma aracı değil aynı zamanda inşa etme, yıkma ve yönlendirme vasıtasıdır da. Said Nursi’nin Mektubat adlı eserinde şu söz geçer: “Batıl şeyleri iyice tasvir, safi zihinleri idlaldir.” Bu bir uyarıdan ziyade düşünsel altyapıların ve ahlaki bakış açısının nasıl kazanıldığı ile alakalı bir derstir. Kötülüğü anlatmak, kötülüğü yok etmek amacıyla, kötülüğün karşısında durmak için yapılıyor olsa bile anlatılan kötülüğün cazibesini artırıcı ve hatta meşrulaştırıcı bir etkiye sahip olabilir. Özellikle “safi zihinler” olarak tanımlanan, henüz hayata atılmamış gençler, zihni melekeleri tam olarak gelişmemiş olan çocuklar için bu tasvirler kötülüğü normal, sıradan ve kaçınılmaz olarak algılatabilir.

Günümüzün iletişim araçları sözün yukarıda anlattığım güçlerini de kullanıyor. İletişim araçları sadece aktarma mekanizması değil aynı zamanda değer yargılarını, normları ve hatta duyguları biçimlendirici bir konumda. Medya, kötülüğü sadece haberleştirmekle kalmıyor, onun şeklini, sıklığını ve anlamını yeniden üretiyor. Bu yeniden üretim, toplumu gerçek yapısından saptırıp bir kurgu dünya algısı oluşturuyor. Zihinlerimiz sürekli bu kurguyla baş başa.

Tasvir bir tercihtir. Neyin, nasıl, ne şekilde gösterileceği, neyin göz ardı edileceği tamamen tercihtir. Bu yüzden, bâtılın sürekli tasvir edilmesi ve detaylandırılması bir noktadan sonra değer kayması tohumlarının zihinlere ekilmesi manasına gelir.

Medya, modern çağın en etkili iktidar araçlarından birisidir. Bu etkinin temeli medyanın salt bilgi sunma gücünden kaynaklanmaz. Medya, bilgiyi sunmakla birlikte zihinleri şekillendirir, değerleri yeniden üretir ve belirli yaşam biçimlerini normalize eder. Yazılarımda küresel bir baskının varlığından söz ettiğimi bilirsiniz. Bu baskının temel özelliği ve fark edilmemesinin temeli zor kullanarak değil rıza üreterek varlığını sürdürmesidir. Öyle ki, değiştirdiği ve dönüştürdüğü kitleler baskı sonucu değil rıza sonucu dönüştükleri için durumun ayırdında olmazlar ve karşı durmak fikri ortaya çıkmaz. Televizyon dizileri, reklamlar, haberler, sosyal medya içerikleri farklı bir hayat tarzını “doğal”, “normal” ve “kaçınılmaz” olarak bizlere sunar. Biz de sade, geleneksel ve yerli hayat tarzlarımızı bırakır ahlaki değerlerimizi o “kaçınılmaz”a göre şekillendiririz. Gerçeklik algımız sürekli maruz kaldığımız gerçek algısına uyum gösterir ve yaşanması gerekenin bize öğretilen olduğuna inanmaya başlarız.

Buradaki tehlikelerden sadece birisi kötülüğün medyanın elinde bir enstrüman olarak belirip hangisinin izlenebilir, tüketilebilir ve özendirilebilir olduğuna karar vererek sunmasıdır. Ahlaki sapmalar bizlere dramatik unsurlar olarak gösterilerek öykünün içindeki cazibe unsurlarına dönüştürülür. Örnek vermenin tasvire gireceğini düşündüğüm için örnek vermiyorum. Siz örneklerinizi son zamanlarda size sık sık gösterilen ahlaki sapmalardan seçin lütfen. Entrikalar, aldatmalar, şiddet, yozlaşma… bunların hepsi birer reyting unsurudur. Reyting arttıkça izleyenlerin çoğunun zihninde “Demek ki dünyanın hepsi böyle, demek ki insanlar böyle yaşıyor, demek ki bu normal” türünde düşünceler oluşur.

Bireyler için, bilhassa safi zihinler için medya içeriği sadece bir eğlence aracı değil aynı zamanda birer kimlik kurma vasıtasıdır. Medya içeriklerinin sadece yansıtıcı olduğu zehabına kapılmayalım. Medya içerikleri aynı zamanda yapılandırıcıdır da. Ahlaki normlarımız yayınlarla sadece gösterilmiyor, aktif bir şekilde yeniden tanımlanıyor. İzleyici zamanla yaşadığı hayatı değersiz bulmaya başlayıp başka bir hayat için özlem duymaya başlıyor. Medyanın amaçlarından birisi de bu özlemi diri bir şekilde hayatta tutmaktır. Yerli, geleneksel, milli ve dini değerlerimiz bu özlem duygusunun güdümünde değersizleşir ve geri kalmışlık gibi görünür. Topluma yabancı olan kültürler ilerleme gibi, modernlik gibi sunulur ve aslında dışarıdan gelmiş olan baskı içsel bir baskıya, içsel bir dürtüye dönüşür. Saf zihinlerin karşı durması gereken kompleks bir stratejidir bu.

Televizyon dizileri, gündüz kuşağı programları, sosyal medya içerikleri kötülüğü pamuğun içindeki iğne gibi sunmaktalar. Ahlaki yozlaşmalar, çapraşık ilişkiler, aldatmalar, entrikalar, şiddet, iftira… gibi unsurlar seyir malzemesi haline geldi. Kötülük bu sunumlarda bir problem değil bir eğlence malzemesi. Bu türlü bir sunumun iki türlü tehlikesi var. Birincisi kötülüğün normalleştirilmesi. İnsanlar, doğaları gereği sürekli maruz kaldıkları kötülükleri normal olarak algılama eğilimindedirler. Dizi karakterlerinin yaşamış oldukları çarpık ilişkiler başta anormal gelse bile dizinin ilerleyen bölümlerinde artık normalleşmişir. Daha kötüsü, sempatik hale gelir. Zihin, iyiyi ve kötüyü ekranlar aracılığıyla belirlemeye başlar. İkinci tehlike toplumun geneli ile ilgili yanlış bir izlenimin oluşmasıdır. İzleyici zihin, toplumun genelinde çarpık ilişkilerin olduğu, düşük ahlaklı insanların yaşadığı düşüncesine kapılır. Birey artık toplumuyla olan güven bağını koparmaya başlamıştır. Birey, artık topluma güvenmiyordur fakat gerçek tablo çok farklıdır. Kendi haline yaşayan milyonlarca insan, bu medya anlatısının kenarından bile geçmiyordur. Doğru, dürüst, ahlaklı; geleneğine, kültürüne, dini ve milli değerlerine bağlı milyonlarca insan reyting getirmedikleri için hiçbir zaman gündem olmazlar.

Bâtılın tasviri toplumsal güveni zedeler. İnsanlar birbirlerinden şüphe etmeye başlarlar. Akrabaya, arkadaşa, öğretmene, komşuya güvenmeyen bireylerden oluşan kenetlenmemiş bir toplum yapısı oluşur. Bireysellik ve yalnızlık esas, bütünün parçası olma hissi istisnadır.  

Tasvir, zihinsel bir tohum ekmektir. Eğer bu tohum sürekli kötülükten besleniyorsa, yeşeren şeyin de hayra yönelmesi beklenemez. Bu nedenle yalnızca kötülüğün varlığına değil, onun temsil biçimine de dikkat kesilmeliyiz. Zira kötülük çoğu zaman gösterildiği için değil, gösterildiği biçimde yayılır.

Günümüzde kötülük yalnızca işlenerek değil, anlatılarak da yayılmaktadır. Özellikle haber bültenlerinde kullanılan dil, kurgu ve görseller; bir olayı aktarmaktan çok, zihinleri şekillendirmeye hizmet eder. Bu noktada haber anlatımının kendisi bir ideolojik alan haline gelir. Ne anlatıldığı kadar, nasıl anlatıldığı da belirleyici olur.

Örneğin, kadına şiddet haberleri… Şiddet eylemini yapanın kimliği, görüntüleri, olayın detayları, hatta bazen mağdurun özel hayatı didik didik edilerek ekranlara taşınır. Bu durumun üç önemli sonucu vardır: Normalleşme: Sürekli aynı tür haberlerle karşılaşan birey, şiddeti sıradanlaştırır. Artık bu olaylar "alışıldık" hale gelir. Bir vakadan çok bir tema halini alır. Taklit: Şiddete meyilli bireyler için bu haberler adeta bir "eylem kataloğu"na dönüşür. Detaylar, yöntemler, motivasyonlar örnek alınır. Medyanın “ibret için” verdiği haber, bir başka akıl için ilham kaynağı olur. Umutsuzluk: Toplumun geniş kesiminde “her yer karanlık” algısı oluşur. Oysa karanlık, gösterilen alanla sınırlıdır. Bu dar alandan genelleme yapmak, hakikati saptırır.

Zihin yozlaşması işte bu noktada başlar. İnsan, bilgiyle değil; duygu yüklü görüntüler ve tekrarlanan mesajlarla şekillenir. Haber, artık bir bilgi değil, bir his üretir. Bu his genellikle korkudur, güvensizliktir, çaresizliktir. Bu bağlamda medya dilinin taşıdığı sorumluluk büyüktür. Kötülüğü anlatırken onu teşhir etmekle onu teşvik etmek arasında ince bir çizgi vardır. Bu çizgi aşıldığında, haber olmaktan çıkıp kurgusal bir tehdit anlatısına dönüşür. Zihin muhafazası bu noktada yeniden önem kazanır. Her haberi izlemek zorunda değiliz. Her görüntüyü bilmek zorunda değiliz. Çünkü bilmek de bir sorumluluk doğurur; ve kimi bilgiler zihne zehir gibi işler. Bu yüzden haber orucu tutmak, zaman zaman zihinsel arınma için en etkili yoldur.

Kötülük sadece işlenmez, anlatılır; kötülük sadece yaşanmaz, pompalanır. Bu yüzden haberin kendisi de artık bir eğitim meselesidir. Hem anlatanlar hem dinleyenler için bir ahlak sınavı, bir insaf ölçüsüdür. Medya karşısında pasif bir izleyici olmak, zihin dünyasını başkasının kurgusuna teslim etmek anlamına gelir. İşte bu noktada “medya okuryazarlığı” kavramı devreye girer. Medya okuryazarlığı, sadece bilgiye ulaşmak değil; o bilginin niyetini, dilini, çerçevesini, sunuluş biçimini çözümleyebilme yetisidir.

Bugünün dijital çağında medya okuryazarlığı, klasik okuryazarlıktan daha kritiktir. Çünkü her gün yüzlerce haber, video, yorum ve kurgu ekranlarımıza düşerken, bu içeriklerin ne kadarının gerçeği yansıttığını ayırt etmek giderek zorlaşmaktadır. Saf zihinlerin muhafazası, artık aktif medya eleştirisi ile mümkündür. “Bu haber bana ne sunuyor?” kadar “Benden ne istiyor?” sorusu da sorulmalıdır.

Ancak sadece eleştirmek yetmez. Kötü yayınlara karşı iyisini üretmek de gerekir. Bu da bizi alternatif yayıncılık fikrine götürür. Alternatif yayıncılık, büyük medya tekelinin dışında, ahlaki duyarlılığı önceleyen, hakikatin peşinde olan küçük ama etkili mecraların kurulmasıdır.

Bloglar, yerel gazeteler, YouTube kanalları, podcastler, bağımsız dijital dergiler... Bunların her biri, medyanın kararttığı iyilik hikâyeleri için birer mecra olabilir. Sessiz iyilerin sesi, küçük ama samimi yayınlarla duyulur hale gelebilir. Alternatif yayıncılık, sesini yükseltmeyen ama sözünü derinleştiren bir anlatım biçimidir. Burada reyting değil rızalık esastır; sansasyon değil sadakat belirleyicidir.

Alternatif medya, sadece içerik değil duruş da üretir. “Ne anlatıyoruz?” sorusu kadar “Nasıl anlatıyoruz?” sorusuna da cevap arar. Bu nedenle alternatif yayıncılık, hem bir direniş hem bir inşa faaliyetidir. Medya okuryazarlığı savunmadır; alternatif yayıncılık ise taarruz. Biri zihni korur, diğeri toplumu dönüştürür. Her ikisine de bugün her zamankinden fazla ihtiyacımız vardır. Çünkü bâtılın tasviri, hakikatin anlatısı ile dengelenmediği sürece zihinsel kuşatma kaçınılmazdır.

Ahlaki çoğunluk diye bir kavramdan söz edebiliriz. Ahlaki çoğunluk; gösteriş yapmayan, reklama ihtiyaç duymayan, hayatını sessizce, inanç ve vicdan temelinde sürdüren insanlardan oluşur. Onlar her sabah işe vaktinde gider, vergisini öder, komşusuna selam verir, ekmeğini paylaşır, çocuklarını doğrulukla büyütmeye çalışır. Ne dizilere konu olurlar, ne de haber bültenlerine. Çünkü onların hikâyesi dramatik değildir ama değerlidir. Ancak bu çoğunluk, sessizdir. Medyada yer bulmaz. Yozlaşma karşısında kimi zaman susar, çünkü bağıranla tartışmayı doğru bulmaz. Bazen sesini duyurmak ister ama mecrası yoktur. İşte bu sessizlik, medya tarafından “yokluk” olarak yorumlanır. Oysa sessizlik, yokluğun değil; vakarın ve sabrın işaretidir.

Ahlaki çoğunluk kavramı, bize şunu hatırlatır: Toplumun temelini oluşturanlar, en çok gösterilenler değil; en az konuşanlardır. Ve bu çoğunluk, toplumun harcıdır. Onlar olmazsa sokaklar yaşanmaz hale gelir, kurumlar çöker, aile bağları kopar, adalet inancı sarsılır. Bu çoğunluk; kötülüğün her yerde kol gezdiği algısına kapılmadan, iyiliğin fark edilmediği zamanlarda da doğruyu yapmaya devam eder. Onların değerleri reytinge göre şekillenmez; vicdana, dine, geleneğe ve hakkaniyete dayanır. Bugün medya düzeni, bu sessiz iyileri görünmez kılsa da, asıl mücadele onların varlığıyla kazanılır.

Bu nedenle kötülüğün tasvirine karşı en etkili direniş, iyiliğin sessizce ama ısrarla yaşanmasıdır. Herkesin kötülüğe dair konuştuğu bir zamanda, susarak bile iyiliği temsil etmek mümkündür. Çünkü iyilik, her zaman gösterilmek zorunda değildir; bazen yalnızca yaşanır ve yaşatılır.

Said Nursi’nin “safi zihinler” ifadesi, yalnızca çocukları ve gençleri değil; niyeti bozulmamış, bakışı kirlenmemiş tüm zihinleri kapsar. Bu zihinler, çağın en büyük kuşatmasıyla karşı karşıyadır: Görüntü, ses ve söz bombardımanı. Bu bombardıman, yalnızca bilgiyi değil; duyguyu, yönelimi ve değerleri de hedef alır. Bu sebeple zihin muhafazası, bugün en acil bireysel ve toplumsal görevlerden biri haline gelmiştir.

Zihin muhafazası yalnızca bilgiden sakınmak değil, aynı zamanda nasıl bir bilgiye nasıl bir ahlaki zeminle yaklaşılması gerektiğini bilmektir. Bu noktada anlatı ahlakı devreye girer. Anlatmak da ahlaki bir eylemdir; çünkü her anlatım bir yönlendirme içerir. Kötülüğü anlatan, aynı zamanda bir davet de sunmuş olabilir. Bu nedenle kötülüğü ne şekilde, ne zaman, hangi bağlamla anlattığımız kadar, anlatmama kararı da ahlaki bir tercihtir.

Anlatı ahlakı, bize şunu öğretir: Her doğru, her yerde, her biçimde söylenmez. Özellikle medya çağında, hakikatin bağlamından koparılarak kitlelere sunulması, o hakikatin içini boşaltır. Kadına şiddet, çocuk istismarı, hırsızlık, adam öldürme gibi hadiseler haberleştirilirken bu eylemlerin sadece olay olarak değil, görsel deneyim olarak sunulması; suça meyilli olanlar için bir cesaret, masumlar içinse bir korku kaynağı haline gelir.

Zihin muhafazası, dijital çağın gösteri mantığına direnebilmekle mümkündür. Her şeyin gösterildiği bir dünyada, görmemeyi, bakmamayı, konuşmamayı ve yaymamayı bir erdem olarak kavramak gerekir. Bu erdem, kişinin kendi zihinsel alanını koruması kadar, başkalarının zihin alanına da saygı duymasını içerir.

Medya okuryazarlığı, artık sadece bilgi çözümlemesi değil, ahlaki bir sorumluluğa dönüşmelidir. Hangi içeriği paylaşıyoruz? Hangi görüntüyü yayıyoruz? Hangi haberin taşıyıcısı oluyoruz? Bunlar basit tercihler değil; kişisel ahlakın ve toplumsal sağduyunun sınavlarıdır.

Sonuç olarak, bâtılı tasvir etmek yalnızca bir ifade biçimi değil, aynı zamanda bir inşa biçimidir. Bu yüzden kötülüğü anlatmak yerine, iyiliği yaşatmak ve onu görünür kılmak daha güçlü bir direniştir. Kötülüğün yayılma biçimi anlatı üzerinden oluyorsa, biz de iyiliği anlatı yoluyla çoğaltabiliriz. Bu, hem zihinleri hem toplumu korumanın en sahih yoludur.

Yorumlar 2
büyük atabey 21 Nisan 2025 09:18

Mehmet Zeki Hocam elinize dilinize sağlık, çok derin , çok güzel bir yazı olmuş

Ahmet 21 Nisan 2025 05:40

günaha içkiye fenalığa batmış batı toplumunda aile kavram kalmamış kendi uğradıkları kötü sonuçlarıda aynı şekide islam toplumlarına ihraç etmektedirler moda çağdaşlık enteklektüellik diyerek islam aile yapısına zarar vermekteler ALLAH C.C islam toplumunu korusun aileleri korusun dünyanın taşkalasından korusun.

Yazarın Diğer Yazıları