Enes Tarım

İsimsiz mezar taşları

Enes Tarım

İdam cezaları geçmişte yakarak, giyotinle kafa keserek ya da kızgın demirle vücudun dağlanması, tırnakların uzuvların koparılması gibi çok sayıda usulle uygulanırdı.  

Osmanlıda ise cellâtlar vardı ve infaz bir seremoni eşliğinde onların palaları ile suçlunun başını gövdesinden ayırmak suretiyle gerçekleşirdi.  

Cellatlık hor ve hakir kabul edilen bir meslekti. 

Ve cellâtlar genel olarak çingeneler arasından seçilirdi.  

İnfaz sırasında tüm yüzlerini kapatıp sadece gözlerini dışarıda bırakan bir maske takarlardı. Bu onları daha da korkunç bir hale getirirdi. 

Cellât adayları, önce usta bir cellâdın yanında yamak olarak çalışır, zamanla ustalığa yükselirdi. 

İdama mahkûm edilenler için bekleme süresi azami üç gündü.  

İdam kararı üç gün içinde Divan-ı Hümayun’da görüşülür, deliller gözden geçirilir, duruma göre mahkûm ya bağışlanır ya da infaz emri verilirdi.  

Bu süre içinde mahkûmların yapabildiği tek şey dua etmekten ibaretti. 

Üçüncü günü çok tedirgin geçirirlerdi.  

Vakit akşama devrilirken, tedirginlikleri artar, her ayak sesine yürekleri titrer, ölüp ölüp dirilirlerdi. 

Eğer mahkûmun idam kararı Divan’da tasdik edilmişse, üçüncü günün sonunda zindanın demir kapısı gıcırtı ile açılır, görevi mahkûma şerbet sunmak olan zebella gibi bir bostancı kapıda belirirdi. 

Bostancının kapıda belirmesiyle mahkûmun gözü, bostancının tepsi üstünde taşıdığı bardağa dikilirdi.  

Her şeyi o bardağın içindeki şerbetin rengi belirlerdi.   

Eğer şerbetin rengi beyaz ise, mahkûm affedildiğini anlar, derin bir nefes alır, kuyuda soğutulmuş şerbeti afiyetle yudumlar, ardından bostancının eşliğinde sahile iner, sürgün yerine giderdi.  

İdamdan affedilenler sürgüne gönderilirdi. 

Ama eğer kıpkırmızı kızılcık şerbeti gelmişse, işte bu “ölüm şerbeti” demekti…  

O an Bostancı susar, mahkûm susar, sadece bardağın rengi konuşurdu...  

Ölüm şerbetini zar zor içen mahkûm, infaz için götürülürdü  

Eğer idam edilen kişi bir siyasetçi ya da devlet görevlisi ise cellâtlar, başını kestikten sonra cesedi sırtüstü yatırır, kesik başını sağ koltuğunun altına koyarlardı.  

Bu yüzden devletin üst düzey görevlileri “kelle koltukta yaşıyoruz” sözünü çokça söylerdi.

Bu deyimin hâlâ kullanıldığını biliyoruz. 

Cellât, infazdan önce mahkûma gusül abdesti aldırır, onu teselli eder, dünyanın faniliği konusunda birkaç söz söyler, kelime-i şahadet getirttikten sonra mahkûmun başını cellât taşına dikkatle yerleştirip palayı indirirdi. 

Eğer infaz edilen meşhur biri ise kesik başı “ibret taşı” denilen taş sütunların üzerine konur, ibret-i âlem için üç gün bekletildikten sonra, denize atılırdı. 

*** 

Cellâtlar sözün tam manasıyla isimsiz insanlardı.  

Emir kulu olmalarına rağmen, herkes onlardan nefret ederdi.  

Ne dostları, ne arkadaşları vardı.  

Meslekleri yüzünden evlenemedikleri için de tümüyle yapayalnız yaşarlardı.  

Sağlıklarında sadece “cellât” olarak anılır, öldüklerinde ise mezar taşlarına isimleri dahi yazılmazdı. 

Onlar, toplum tarafından reddedilmiş, normal hayattan sonra mezarlıklara da kabul edilmeyip dışlanmıştı. 

 Umumi mezarların dışında ayrı bir bölüme defnedilirlerdi. 

Mezarlarında ne meslek ne mensubiyet ne de makam ve mevkilerine ilişkin en küçük bir işaret yoktu ve mezar taşları yazısızdır. 

Zaten onların mezar taşları son derece kaba ve dayanıksız taşlardır.  

Sanki bir an önce eriyip gitmesi amaçlanmıştır. 

*** 

Tüm bunları neden mi anlattık? 

Yaşanan her şeyin sıradanlaştığı günümüzden, geçmişe kayıp gittiğimizde ölüm cezasının dahi bir seremoniye dönüştüğünü görüyoruz.  

Çağdaş toplumlarda yaşamak, insanı çoğu zaman bunaltıyor; geçmişin sessiz, derin ve gizemli yollarında yürümeye davet ediyor. 

Davete icabet etsek de, bu gezinti maalesef tarihin tozlu sayfalarında, tarih kitaplarının güzelim kâğıt kokularını içimize çekmekte kalıyor. 

Hayat zaten günümüzde, cellâtların mezar taşlarının dayanıksızlığı gibi kırılgan, naif ve kısacık. 

Biteviye… 

Parmaklarımızın arasından kayıp giden… 

Selam ve dua ile… 

Yazarın Diğer Yazıları