Mahmut bir haftadan beri bir arsa almak için plan yapıyordu. Uygun bir arsa rast gelmişti. Uzun düşünceler sonucunda arsayı almaya karar verdi. Arsa sahibi İstanbul’daydı ve birbirlerini tanımıyorlardı. Adam telefonda arsayı vereceğini söylemiş bir hafta sonra cuma günü Malatya’ya gelip arsanın tapusunu vereceğini ifade etmişti. Mahmut bu arada arsanın durumunu belediyeye sormak istediğini söylemiş, adam sorma, bir şey olmaz biz gelince her şeyi hallederiz. Diyerek bir güvensizlik vermişti. Halbuki Mahmut arsa satışı ile ilgili her şeyi biliyordu. Bu noktada onun önceden rayiç bedeli alıp güzel bir şekilde başvuru yapmaları gerektiğini söyleyince, adam geçiştirmeye çalıştı. Bu Mahmut’un kafasında bir sorun! Oluşturdu ve adama karşı bir güvensizlik meydana getirdi.
Mahmut’un içerisinde güvensizlik ortamından kaynaklanan bir stres belirmeye başladı. İçten içe kendini stresli hissediyor; kafası cuma günkü satışa odaklanıyordu. Bir hafta önceden bu durumu kendisine dert edinmişti. Mahmut’a büyük bir stres yüklüyordu ve cuma günü gelinceye kadar Mahmut strese devam etti. Gerginlik etrafını sarmıştı. Etrafına gergin görünüyor bir türlü mutlu olma duyguları ile hareket edemiyordu.
Cuma günü gelip çattı. Adamın eşi rahatsız olduğundan Malatya’ya gelemedi ve ertesi haftaya tapuyu almak üzere sözleştiler.
Mahmut çok güzel bir alışveriş yapmanın sevinciyle mutlu olması gereken bir durumda stres yaşıyordu. Neden? Çünkü doğru düşünerek yapacağı alışverişin zevki yerine küçük bir nokta olan adamın şüpheli tutumuna takılmıştı. Doğru bakmayı becermediği için bir hafta bu gerginlik tüm işlerini derinden etkilemişti. İradeli ve dirayetli bir zevkle hayat sürmeyi bilenler küçük olumsuzlukları tüm hayatını şamil kılmazlar. İnsan bir şey alırken malın alış zevkine, satış zevkine, parayı değerlendirme zevkine varmıyorsa burada bir sorun var demektir. Nice insanlar sahip olduklarının zevkine varma yerine onlarla kahroluyorlar. Adeta kendilerini gam denizinde boğuyor; hüzün çöllerin yoruyor, Stres girdaplarında gerçek manada ter döküyorlar.
İnsanoğlu sahip olduklarıyla mutlu olması onlar üzerinden bahtiyar bir hayat sürmesi diğer bir deyişle o işin zevkine varması gerekir. İnsanlığın gereği budur. Ancak çoğu insanın varlıklara ve sahip olduklarına karşı bu ‘zevkine varma’ duygusunu hissetmediklerini görmekteyiz. Zevkine varmak sahip olduğuna doğru yaklaşmak şükürle, muhabbetle, sağlıkla o şeye bakabilmeyi gerektirir. Evet Mahmut’un biraz önce yukarıda bahsettiğimiz hikayesi gibi pek çok hikâye var insanların gönül dünyasında.
Mesela çocuklarının varlığı ile güzel günler yaşamak, hoş vakitler geçirmek tabiri caiz ise çocuklarıyla hayatın zevkine tadına varmak gerekirken çoğu anne çocuklarının yüzünden gam denizlerinde boğuluyor. Stres girdaplarında yüzüyor. Gerçek manada kendini kahru perişan etmektedirler.
Bazı eşler de böyledir. Hamd ile Rabbini tesbih edip evinin tüm zevkini, hanımı ve çocuklarının neşesini paylaşması gerekirken, o küçük noktalarda takılı kalır. Basit eleştirilerde vakit kaybeder. Resmin büyük olanın görmez. Hem kendini hem de aileyi mutsuz kılar.
Cennet gibi köy ortamının tadına varamayan nice köylü var. Köy onun için zevkli, hoş, tatlı bir dünya değil her gün yorulduğu, her gün koşuşturduğu, emek çekip emeğinin boşa gittiği bir dünya olarak algılar. Halbuki köyler güzeldir. Tabiat hoştur. Güneş her gün nazlı nazlı çiçeklerin arasında doğar. Meleyen kuzuların bütün güzel sesleri kulakları şenlendirir. Her tarafta şakıyan bülbüller ve tatlı tatlı esen rüzgârlar köy havasını müthiş bir şekilde güzelleştirir.
Ama o her gün şakıyan bülbülü görmez. Yanı başında çağlayan dereleri, nehirleri zevkinin en güzeli ile zevklenmez. Uçup uçup gezen kelebekler onun umurunda olmaz ve yanı başında meleyen kuzular ona bir zevk tattırmaz. Göz dünyası, kulak dünyası, gönül dünyası kör olmuşsa insan neyin zevkine varabilir ki… İşte nimete nankörlük budur.
Memurdur.. Yanı başında arkadaşı ile beraber insanlara hizmet etmektedir. Hafta sonu güzel güzel evinde, çevresinde gezilebilecek özgür bir insandır. Ay sonu gidip maaşını alarak harcayacak bir insandır. Ama o güzel nimetlerin farkına varmaz. Bazen bu memur kardeşler o her gün yapmakta olduğu işin ne kadar kötü olduğunu hissede ede özellikle yaptığı işten nefret ede ede belki de evinin yolunu unutuyor. Üzgün ve bitkin olarak evine dönüyor. Sahip olduğu bu büyük nimetin kadrini kıymetini bilmiyor. Zengin bir gönül dünyasıyla görevine çevresine bakınmadığı için memuriyetinin zevkine varamıyor. Hafta sonlarının onun için bir önemi yok. Ay sonunda maaş almanın onun için bir önemi yok. İş garantisi olmanın, gelecekte güzel bir emeklilikle hayata devam edeceğinin onun için bir güzel tarafı yok. O beynindeki duyguları yenerek yepyeni bir zevk alma mekanizmasını çalıştıramıyor. Stres girdaplarında yüzüyor. Gam denizinde boğuluyor.
Halbuki cennet misal doğal hayat, kazancımızı sağladığımız işimiz, küçük bir cennet gibi hizmetimize sunulmuş aile ortamımız bize sıkıntıyla çile çekelim diye değil; güzelliğini her an hissederek mutluluğumuza sebep, şükrümüze medar olsun diye bize bahşedilmiştir. *Gerçek şu ki kim şükrederse, ancak kendisi için şükreder, ama kim de nankörlük ederse, iyi bilsin ki Rabbim onun şükrüne muhtaç değildir.” (Neml 40)