Karı-koca arasındaki sürtüşme bazen öyle bir hâl alır ki, kelimelerin bile dikenlendiğini hissedersiniz. Eşler birbirine laf geçirirken değil, laf batırırken konuşmaya başlar. Sanki dilin ucuna zehir sürülmüş, her cümle karşı tarafın kalbine değdiğinde acı veriyor. Bu hâle halk arasında “çemkirme, didişme, sürekli cedelleşme” denir ama aslında mesele çok daha derin: Ailenin şirazesi kaymıştır.
Bu durumun nasıl başladığını çoğu çift fark etmez. Küçük bir yanlış anlaşılma, tonda bir sertlik, bir anlık kırgınlık… Fakat psikolojide buna “birikimli çatışma döngüsü” denir. Çiftler her gün birkaç damla zehir alır ama son damla düşünce bardak taşar. İşte o taşma anı, ailenin içindeki huzurun pamuk ipliğine bağlandığı andır.
Bir danışanım anlatmıştı:
“Hocam, eşim mutfakta bardak koyarken bile bana batıyor. O bardağı sert koydu diye günüm kararıyor.”
Aslında mesele bardak değildir. Mesele, biriken kızgınlığın artık taşacak yer aramasıdır. Psikolojide buna tetikleyici davranışların büyütülmesi denir. Normalde önemsiz olan bir hareket, zehirlenmiş bir zihin için dev bir meseleye dönüşür.
Bu durumu açıklayan güzel bir hikâye vardır:
Bir adam bir gün komşusundan çekiç ödünç almak ister. ‘Ama ya vermezse?’ diye düşünür.
‘Vermezse kesin bana gıcık olduğu içindir.’
‘Zaten geçen gün selamımı da yarım aldı.’
‘Demek ki benden hoşlanmıyor.’
Kapıya varır, zili çalar. Komşu açar. Adam bağırır: “Al senin çekiçini de istemiyorum zaten!”
İşte zehirlenmiş zihnin hikâyesi budur: Olmayan düşman üretir, olmayan problemi büyütür, olmayan niyetleri akla getirir. Karı-koca arasında bu hâl oluştuğunda, eşin nefes alışı bile batmaya başlar.
Bir başka çiftte durum şöyleydi:
Kadın, adamın eve geliş saatine takılıyordu. Adam ise kadının söylenme biçimine. Bir gün adam dedi ki:
“Ben eve gelmeden önce arabayı park ederken bile içimi bir sıkıntı kaplıyor. Daha kapıyı açmadan ‘bugün ne laf işiteceğim’ diye düşünüyorum.”
Bu hal, psikolojide savunmacı konumlanma olarak bilinir. Sürekli tetikte olma hali. Kişi kendini güvende hissetmez. Güvensizlik olan yerde sevgi sesi titrer, merhamet çatırdar, anlayış kırılır.
Oysa bir hakikat vardır: Ailenin en büyük düşmanı kavga değildir; kavga etmeyi alışkanlığa dönüştüren psikolojik zehirlenmedir.
Peki bu zehir nasıl temizlenir?
Asaletini koruyan eş bunu başarır.
Ağırbaşlı olan…
Gazap anında nefes alan…
Şahmakar yani yüksek gönüllü olan…
Bir kelimenin karşılığında on kelime üretmeyen…
Ve en önemlisi: Olumlama yapabilen…
Böyle eşler aileyi yeniden ayağa kaldırır.
Bir gün yine bir danışanım şöyle demişti:
“Hocam, ben eşime sabahlara kadar bağırdım, o bir kere bile sesini yükseltmedi. Sonunda kendim utandım. O asaletini korumasaydı bu evlilik bitmişti.”
Bazen aileyi bir kişi kurtarır. Çünkü ağırbaşlı bir insan, karşı tarafın çığlığına değil, yarasına bakar. Didişen insan eşinin sesini duyar ama acısını duymaz. Asil insan ise acıyı duyar, sesi duymasa da olur.
Bir hikâyede geçer:
Yaşlı bir bilge, kavga eden bir çifte şöyle der:
“Kalpler birbirine uzak düştüğünde ses yükselir. Kalpler yakınsa, fısıltı bile yeter.”
Demek ki mesele sesin tizliği değil; kalbin uzaklığıdır.
Bugün karı-koca ilişkilerinde gördüğümüz en büyük tehlike, işte o uzaklaşmadır. Birbirine dargın kalpler konuşurken kelimeler diken olur. Eleştirinin adı “gerçekleri söylemek”, öfkenin adı “haklılık”, kalp kırmanın adı “dürüstlük” olur. Oysa bunların hiçbiri gerçek değildir.
Gerçek olan şudur: Huzur ancak kendini düzeltmiş insanlar arasında yaşar.
Netice,
Bir evin şirazesi kaymış olabilir ama yeniden yerine oturamaz diye bir kaide yoktur. Asaletini koruyan, sabrı söverek değil severek yaşayan, sözü iyileştirmek için kullanan her eş o şirazenin ustası olur. Aileyi en büyük sarsıntılardan bile kurtarır.
Çünkü evlilikte asıl güç, bağırmakta değil; onarmaktadır.