Abdullah Ergün

Yalnızlıkların Bestecisi

Abdullah Ergün

Bazı insanların kalbine yaklaşmak, dışarıdan bakıldığında sanıldığından çok daha zordur. Hele ki duygusallığı bir yük gibi taşımayan, bilakis bir armağanmışçasına sahiplenenlerde… Onların ruhunda öyle derin, öyle duru bir dünya vardır ki, kelimelerle anlatamazlar; içleri çoğu zaman bir şarkının içinden, bir melodinin kıvrımından sızar. İşte bu yüzden edebiyat ve müzik, en mahrem duyguların en güvenilir limanıdır. Yüreğe çöken sessizlik, ancak bir şarkının ilk notasına değdiğinde canlanır; bir mısraya dönüşür, Yaşanmış bir aşk hikâyenin içinde yankı bulur.

Türk sanat müziğinin 1960’lardan 80’lere uzanan o parıltılı yılları, işte bu duyarlılığın en berrak hâliyle yaşandığı zamanlardı. İstanbul’un çamurlu kaldırımlarında yürüyen aşklar, sahil kahvelerinin dumanında kaybolan hayaller, Boğaz’ın gece rüzgârıyla savrulup giden yalnızlıklar… Hepsi bir bestecinin kalbine çarpar, oradan bir nota olarak çıkar, yıllar sonra bile eskimeyen şarkılara dönüşürdü.

O dönemlerde hayatın ritmi başkaydı; daha yavaştı, daha özenliydi. İnsanlar birbirine uzun uzun bakar, sevdiklerine yazacakları bir mektubun kelimelerini günlerce arardı. Belki de bu yüzden o yılların şarkıları hâlâ içimizi inciterek güzelleştiriyor; çünkü aceleye getirilmemiş duyguların, sindirilmiş yalnızlıkların, yaşanmış sevgilerin sesleri onlar.

Bugün kulağımızdan eksilmeyen o eserler yalnızca birer müzikal başarı değil; bir dönemin duygusal hafızasıdır. Düşünün…

Avni Anıl’ın içimizi sızlatan melodileri, Erol Sayan’ın zarif armonileri, Şekip Ayhan Özışık’ın romantik dokunuşları… Yusuf Nalkesen’in aşka bakış açısı, Teoman Alpay’ın kırılgan hüznü, İsmet Nedim ve Necdet Tokatlıoğlu’nun su gibi akan besteleri… Ve bir de Alaeddin Yavaşca… Bilimin aklıyla sanatın kalbini aynı bedende taşıyabilen ender adamlardan biri.

Besteleriyle aşk temasına farklı bir duygu katan Teoman Alpay’a ayrı bir yer açmak gerekir.

Yıllar önce, Çanakkale’de görev yaparken kordon boyunda kendisiyle sohbet etme şansını bulmuştum. Konuşmanın içinde en çok aklımda kalan, Erzurum Radyosu’na müdür olarak atanma hikâyesiydi. Para, mevki, makam… Hiçbiri onun için bir anlam taşımıyordu. “Bir sahil kasabası, udun sesi ve deniz… Bana yetiyor,” demişti. O an gözlerimin önünden, onun imzasını taşıyan o ince ruhlu eserler geçti:

Nasıl Geçti Habersiz…
Kalbimi Kıra Kıra…
Ayrılmalıyız Artık…
Bahar Geldi, Gül Açıldı…
Sen Bensiz, Ben Sensiz…
Buruk Acı…
Gök Yüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar…
Sarmaşık Gülleri…
Sevmekten Kim Usanır…

Ve elbette “Samanyolu” … Bazı kaynaklarda bu eserin bestecisinin Metin Bükey değil, Teoman Alpay olduğu belirtilir. Hatta Alpay’ın, içkiye olan düşkünlüğü sebebiyle bu besteyi Bükey’e bir içki parası karşılığında verdiği dahi söylenir.

Milliyet Gazetesinin son 10 yılın şarkıları sıralamasında Teoman Alpay’ın besteleri ilk sırada yer almıştı.
Avni Anıl’ın ona layık gördüğü unvan boşuna değildir: “Yalnızlıkların Bestecisi.”
Onun eserleri, başta TRT olmak üzere yıllarca müzikhollerde en çok seslendirilen şarkıların başında gelir.

TRT’nin “Bestecilerimiz” programında bu sanatçıların kendi ağızlarından dökülen hatıraları dinlediğinizde, aslında yalnızca müziği değil; yaşanan dönemin insan ilişkilerini de duyarsınız. Bir kahvehane köşesinde duyulan bir cümle, bir vapur yolculuğunda yakalanan bir esinti, bir ayrılığın sabahında bulunan en dokunaklı melodi…

Bugün dönüp baktığımızda içten içe aynı soruyu soruyoruz:
Neden artık böyle eserler çıkmıyor?
Belki kimse o yıllardaki kadar masum sevmiyor. Belki şehirler değişti, ritimler değişti; belki kalabalıklaştıkça kendi yalnızlığımızı bile kaybettik. Çünkü o şarkılar, yalnız kalabilen insanların eseriydi. Oysa şimdi yalnızlık bile gürültülü; bildirim sesleriyle, verilen acele kararlarla, yüzeyselleşen duygularla dolu.

Ama o dönemden miras kalan şarkılar hâlâ küçük bir kapı gibi duruyor hayatımızın kıyısında. Bir anda açılıveriyor ve insanı daha sessiz, daha içli bir zamana götürüyor. Bazı melodiler, hangi yılda yazılmış olursa yazılsın, insanın kalbindeki en eski yaraya bile dokunuyor. Bir şarkının ilk notasını duyunca içimize çöken o tanıdık sızı, işte o yılların mirasıdır.

Ve bu yüzden belki de o bestecilere gerçekten “yalnızlıkların bestecisi” demek gerekiyor. Çünkü yalnızlığın en ince hâlini notalara dökebilmek, kalabalığın içindeki sessizliği duyabilmek ve bir aşkın en saf hâlini yıllarca saklayabilmek ancak büyük kalplerin işidir.

Bugün o şarkıları dinlerken yalnızca geçmişi hatırlamıyoruz; kendi içimize de dönüyoruz. Çünkü o melodiler, içimizde bir yerlerde unuttuğumuz ve hatırladıkça iç çektiğimiz anları çağırıyor.

Belki artık kimse öyle sevmiyor, öyle yazmıyor…
Ama o şarkılar hâlâ sevmenin en güzel hâlini anlatmaya devam ediyor.

Ve bu yüzden hâlâ aynı cümleyi kuruyoruz:

“Çok eskidendi… Çok güzeldi.”
Çünkü bazı güzellikler eskimiyor; hâlâ onlarla hayata sıkıca bağlanıyoruz.

Yazarın Diğer Yazıları