 
                            Sanal Arkadaşlığın Sessiz Yalnızlığı
Abdullah Ergün
“Gerçek sohbetlerin sesi kısılırken…”
Televizyonu açtığımızda gördüğümüz sahne neredeyse hep aynı: Tartışmanın hiç bitmediği stüdyolar, değişmeyen yüzler, yükselen sesler, insanın moralini bozan bir karamsarlık. Reytinglerin esir aldığı ekranlarda bilgi değil; gerilim, bağırış, sansasyon dolaşıyor. Ülkenin enerjisi günler değil, saatler içinde tüketiliyor.
Sık sık söylerim:
Bir gün boyunca ülkede futbol ve siyaset konuşulmasa, hepimiz hayatın aslında ne kadar güzel olduğunu hatırlarız.
Çünkü yorulduk. Sürekli taraf olmaktan, sürekli bir fikir beyan etme zorunluluğundan, sürekli savunmada kalmaktan… Birbirimizi duymaktan çok birbirimizi alt etmeye çalışıyoruz. Bu kadar gürültünün içinde insanın iç sesi kaybolmaz mı?
Ve kayboluyor da… Bu kayboluşun belki de en görünmez sonucu, modern çağın yeni yalnızlığı: sanal arkadaşlık.
Parmaklar kalabalık, ruhlar yalnız
Bugün ekranlar dolup taşıyor. Bildirimler akıyor, “çevrim içi” ışıkları hiç sönmüyor. Fakat ironik şekilde, yalnızlık hiç bu kadar derin hissettirmemişti. Parmaklarımız hareketli ama sohbetler yüzeysel; sözler hızlı ama anlamı yok. Ve en önemlisi: Yakınlık hissi, gerçek bağların yerini tamamen dolduramıyor.
Kafelerde gençlere bakın. Yan yana oturuyorlar ama gözleri cep telefonlarının ekranlarında. Sesleri birbirine değil, telefon hoparlörüne ulaşıyor. Onlar “birlikte” görünüyor; fakat aslında herkes kendi dijital odasında, kapısı kapalı bir dünyada.
Eskiden bir masanın etrafında toplanmak okul sıralarındaki heyecanı ortaya koyardı. Sohbetin tadı vardı, sessizlik bile anlam taşırdı. Bugün sessizlik yok; ama sözlerin ruhu da yok.
Mahallenin sıcaklığı, ekranın soğukluğu
Bir zamanlar mahalle sadece bir adres değildi; bir yaşam biçimiydi. Çocuklar sokakta büyürdü, komşunun kapısı çalınmadan açılırdı, çay ocakları sohbetin merkeziydi. Gazeteler masalarda birbirine dolaşır; bir konu üzerindeki farklı fikirler bile saygıyla tartışılırdı. Kimse fikirden korkmazdı, çünkü kimse insanı bir etiketle tanımlamazdı.
Müziğin bile başka bir ruhu vardı. Şarkılar duygu taşır, yorumcu sesiyle değil kalbiyle sahneye çıkardı. Şimdi ise güçlü ritimlerin ve sahne ışıklarının ardında çoğu zaman içi boş sözler dolaşıyor. Müziğin ana teması sahnedeki yorumcunun görselliğine teslim ediliyor. Teknoloji sesi parlatıyor ama duyguyu kenara bırakmış durumda.
Bu yüzden eski şarkılara, eski dostluklara, eski mahallelere duyulan özlem boşuna değil. İnsan ruhu gerçekliği arıyor; ekranlar o sıcaklığı hâlâ üretemiyor.
Belki çözüm çok basittir…
Bugün ihtiyacımız olan şey büyük sosyal devrimler değil. Çok gösterişli projeler de değil. Bazen çözüm, en sade olanda gizlidir:
Bir fincan kahve.
Göz göze gelen iki insan.
Bir "nasılsın?" sorusunun içtenliği.
Belki huzur, telefonumuzun ışığında değil; karşımızda duran ama göz göze gelmeyi bekleyen insanda.
Hayatı yeniden duymak için önce gürültüyü kısmamız gerek. Bazen sessizlik en büyük konuşmadır. Bazen çevrim dışı olmak, en gerçek bağdır.
Bugün kendimize küçük bir iyilik yapalım:
Telefonu masaya değil, cebimize bırakalım.
Bir yüzü, bir sesi, bir gülümsemeyi fark edelim.
Çünkü bazı dostluklar ekran parlaklığında değil, insan sıcaklığında filizlenir.
Ve belki o an, modern dünyanın en büyük lüksüne sahip oluruz:
İnsan, insana iyi gelir. Yeter ki gözlerimizi kaldırıp birbirimize bakalım.                
 
                         
                         
                        