Radyodan Dijitale: Kaybolan Sıcaklık
Abdullah Ergün
Bir zamanlar müziğin kalbimizle arasında görünmez bir bağ vardı. Bir şarkı başlar başlamaz, ilk notanın içimizde uyandırdığı o ince titreyiş hemen hissedilir; ruhumuzun derinlerinde hafif bir esinti dolaşırdı. Sanki müzikle aramızda kimsenin bozmaya cesaret etmediği eski bir anlaşma, yazılmamış ama bilinen bir dostluk vardı. Lambalı radyoların hafif cızırtılı ama bir o kadar sıcak sesinden yükselen Türk Sanat Müziği ve Türkçe sözlü hafif müzikler… Onlar sadece melodi değildi; bir evin içindeki huzurun, bir akşamın yavaş yavaş büyüyen sükûnetinin, bir ailenin birlikte nefes alışının duyulur hâliydi.
Bugün geriye dönüp baktığımda, o günlerde yaşadığımız mutlulukları “nihavend” bir sıcaklıkla hatırlıyorum. Çünkü o mutluluklar artık şimdinin değil; zaman zaman yanımıza uğrayıp giden, sessiz misafirler gibi geçmişten geliyorlar. Fecri Ebcioğlu’nun içten uyarlamaları, Sezen Cumhur Önal’ın kelimelere kattığı zarafet… Onların sözleriyle büyüyen bir kuşağın içinden gelenler için aynı berraklıkta bir duygu bulmak bugün her zamankinden zor.
O şarkıları bugün bir yerde duyduğumuzda ise, farkında olmadan bir zaman tüneline adım atıyoruz. Tınısı, kokusu ve rengi hiç değişmemiş o melodiler, geçmişe açılan bir kapıyı aralıyor; ben de hatıraların arasından usulca yürümeye başlıyorum.
Müzik dünyası artık bambaşka bir tarih yazıyor. Teknoloji, ışık hızında ilerlerken, sanki kalpleri geride bırakıyor. Sound’lar daha süslü ama daha uzak; sözler argo ve anlamakta zorlanan kelimeler içeriyor. Şarkılar bir duyguyu büyütmek yerine, saniyeler içinde tüketilmek için tasarlanmış gibi. Ritmin, kalp atışlarımızdan çok algoritmalara uyduğu bir çağda yaşıyoruz. Böyle olunca, duygular da gürültünün içinde kaybolup gidiyor.
Sabahın erken saatlerinde bir anda parlayıp, akşama doğru sessizce kaybolan yorumculara tanıklık ediyoruz. Parlamaları hızlı, unutuluşları daha da hızlı. Oysa eskiden müziğin ağırlığı vardı; kalıcılık isterdi, emek isterdi, zaman ve his isterdi.
Radyonun düğmesini çevirip o ince bekleyişle gelen heyecan bile başlı başına bir andı. Cızırtının arasından duyulan bir şarkı, günün bütün yükünü omuzlardan alıp götürürdü. Bir akşamüstü mutfakta dönen çorba kaşığının sesi bile fonda çalan bir şarkıyla başka bir güzelliğe dönüşürdü. Çünkü müzik, o zamanlar gündelik hayatın fonu değil; bizzat hayatın en içten duygusu, en canlı nefesiydi.
Odaların içinden sokaklara taşan o melodilerin mahalle kültürüne kattığı ruhu da unutmamak gerekir. Açık pencerelerden süzülen şarkılar, sokaklara yayılan mutluluğun sessiz habercisi olurdu. Kimse kimsenin müziğine yabancılaşmaz, hatta çoğu zaman aynı şarkının aynı anda birkaç evde çalmasına kimse şaşırmazdı.
Bugün aynı şarkıları dijital platformlarda dinliyorum. Ses daha temiz, daha parlak belki ama… bir şey eksik. Sanki yıllar önce o radyodan gelen ses, notalardan önce ruhuma dokunurdu da bugünün teknolojisi bu sıcaklığı yeniden üretemiyor. Çünkü müzik bazen kusurlarıyla güzeldir; cızırtısıyla, duraksamasıyla, amatör kayıtların içindeki o nefes alışlarıyla… Ve işte o kusurlar, insanın yüreğine en doğru yerden dokunan gerçekliklerdir.
Belki de bu yüzden içimde hep aynı soru dolaşıyor:
Biz mi büyüdük, yoksa müzik mi küçüldü?
Kesin bir cevabı yok. Ama bildiğim bir gerçek var ki:
O eski şarkılar hâlâ içimizde bir yerlerde anılarla beraber yaşamaya devam ediyor.
Türk Sanat Müziğine farklı bir soluk getiren besteciler arasında ilk sıralarda yer alan Avni Anıl’ın, yıllar geçmesine rağmen hâlâ zevkle dinlenen eserleri de bunun en güzel kanıtı. Sözlerini İlhan Behlül Pektaş’ın yazdığı, Kürdilihicazkâr makamında bestelenen ve bir dönemin duygusunu iliklerine kadar hissettiren o eser hâlâ aynı büyüyle dokunuyor insanın içine:
Sen körfeze geldiğin zaman yıldızlar güler
Susar deniz, susar rüzgâr susar birer birer
Uzak bir kayadan düşünce suya gölgeler
Susar deniz, susar rüzgâr susar birer birer
Bir gün tesadüfen bir sokak köşesindeki dükkândan, bir esnafın radyosundan ya da bir arabanın açık penceresinden sızan tanıdık bir melodi kulağıma değdiğinde, zaman bir anlığına duruyor. O anda, yıllar önceki ben, bugünkü benle göz göze geliyor ve tek kelime etmeden aynı duyguyu paylaşıyoruz.
Belki de “nihavend mutluluk” dediğimiz şey tam da budur:
Geçmişten bugüne kalan, kaybolmayı bir türlü beceremeyen küçük bir sıcaklık…
Bir notanın gönlümüze bıraktığı ince bir tebessüm…
Ve değişen zamanlara rağmen hâlâ dipdiri duran bir hatıranın sessiz ısrarı…