
Perdede Kalan Şehir: İstanbul
Abdullah Ergün
Bazı şehirler vardır, insanın içine işlemeden sevilmez. Bazı şehirler de vardır ki, onları hiç görmeden gözlerinizde canlandırırsınız. Benim için İstanbul, o ikinci türdendi.
Henüz çocukken aşık oldum ben bu şehre. Henüz valiz bile hazırlamadan, bilet almadan, yola düşmeden kısaca hayalini bile kurmadan. Onu ilk Yeşilçam perdesinde gördüm. Siyah beyaz bir fonda, nostaljinin naftalin kokusuyla sarmalanmış bir hüznün içindeydi İstanbul. Ve ben... daha ilkokuldayken, kalbimin bir köşesine o şehri yerleştirdim.
1960’lı yılların Malatya’sında büyüyen bir çocuk için İstanbul, sadece bir şehir değil; hayalin ta kendisiydi.
Mahallede herkes birbirini tanırdı. Kapılar ardına kadar açıktı. Anneler bir tabakta yemek yollar, komşunun çocuğu bizim çocuk sayılırdı. O yıllarda “paylaşmak”, sadece ekonomik bir mecburiyet değil, vicdani bir görevdi.
Akşam olunca lambalı radyonun başına toplanırdık. "Yurttan Sesler" erkekler korosu yükselirdi eski ahşap duvarlardan. Arkası Yarın ve Radyo Tiyatrosu gibi programlardan sonra taş plaklar devreye girerdi: Müzeyyen Senar, Safiye Ayla, Münir Nurettin Selçuk, Sabite Tur Gülerman, Zeki Müren… Sesleri İstanbul gibiydi; derin, yumuşak ve hüzünlü.
O seslerle tanıdım Boğaz’ı, o şarkılarla ezberledim İstanbul’un siluetini. Henüz ne Galata’ya adım atmıştım ne vapura binmiştim. Ama gözümü kapattığımda İstanbul gözümün önündeydi. Kulağımda ise Zeki Müren’in kadife sesi…
Ve sonra sinema…
Yazlık sinemalarda büyüdük biz.
Beyaz perdede bir dünya kurulurdu, biz o dünyanın içinde kendimize yer bulmaya çalışıyorduk.
Kartal Tibet bir bakış atar, Hülya Koçyiğit mahzun mahzun gülümser, Cüneyt Arkın ölümüne sever, Sadri Alışık bir köşede içlenir, Ayhan Işık bir kahraman gibi kalbimize otururdu.
Ve elbette, her filmin içinde İstanbul olurdu.
Ahşap evlerin arasından denize açılan sokaklar…
Boğaz’a nazır tahta masa ve sandalyelerin olduğu çay bahçeleri…
Karpuz kesilen balkonlar, martı sesine karışan dudak büküşleri…
Biz o sahnelerde İstanbul’a değil, hayata tutulurduk.
Bazı filmlerde esas oğlanın kim olduğunu kimse umursamazdı. Kimin dayak attığı değil, hangi müziğin çaldığı önemliydi bana. Film sahnesi ne olursa olsun, eğer fonda bir Fransız melodi çalıyorsa, o sahne benim için unutulmaz olurdu.
Salvatore Adamo’nun “Tombe La Neige” parçası ilk çaldığında içimde kar yağmaya başlamıştı sanki. O kar İstanbul’a yağıyordu, ama Malatya’da bir çocuğun yüreğine dokunuyordu.
Ve elbette “Gece ve Müzik” programı… TRT 3’te, gecenin geç saatlerinde…
O saatlerde dışarıda hayat susar, evin içi müzikle dolardı.
Plak sıralamalarıyla “Hey” dergisi elimde olurdu.
Adamo, Pepino di Capri, Sylvie Vartan, Dalida…
Her biri bana İstanbul’u fısıldardı.
Düşünsene, Malatya’da bir çocuk, gecenin birinde İtalyan ve Fransız melodilerden İstanbul’un hayalini kuruyordu.
Mahallemizde bir çocuk İstanbul’a gittiğinde büyük olay olurdu.
Çünkü İstanbul, sadece büyük şehir değil, büyük rüyanın adıydı.
Mehmet Yağmur gittiğinde hepimiz gururlandık.
Yeşilçam’da küçük roller almıştı.
Ama bizim için o artık mahalle çocuğu değil, İstanbul’un bir parçasıydı.
Onun anlattığı hikâyelerle yaşadık uzun süre:
“Yeşilçam Kahvesi’nde Cüneyt Arkın'la karşılaştım...”
“Erol Taş aslında çok kibar biriymiş…”
“Zeki Müren öyle zarif, öyle başka ki…”
Ben İstanbul’u hiç görmeden sevdim.
Belki bu yüzden, her gördüğümde daha çok özledim.
Ve yıllar sonra ilk kez İstanbul’a gittiğimde, içimde büyük bir heyecan vardı.
Ama bilmediğim bir şey vardı:
O İstanbul, o sevdiğim şehir, artık yerinde değildi.
Boğaz duruyordu, martılar da…
Ama bakışlar değişmişti, yüzler yorgun, sokaklar yabancıydı.
Sadri Alışık’ın yürüdüğü kaldırımlarda artık kimse birbirine selam vermiyordu.
Zeki Müren’in şarkı söylediği mekanlar çoktan tarihe karışmıştı.
Beyoğlu sessizdi.
Yeşilçam Kahvesi’nde tanıdık tek bir yüz yoktu.
Sanki sadece ben geç kalmıştım, herkes gitmişti.
Bütün sevdiklerim birer birer gitmişti zaten...
Sadri Alışık yoktu artık, Zeki Müren, Sami Hazinses, Kadir Savun, Hulusi Kentmen, Necdet Tosun…
Her biri bir köşe taşıydı hayatın.
Şimdi her biri bir boşluk artık.
İstanbul, hâlâ çok güzel bir şehir.
Ama artık gerçek aşkların yaşandığı şehir değil.
Bir zamanlar aşk olan, şimdi hüzne dönüştü.
Belki o yüzden her İstanbul dönüşümde daha eksik hissediyorum kendimi.
Her gidişimde bir şeyi daha orada bırakıyor gibiyim.
Belki bir bakışı, belki bir ezgiyi, belki bir çocuğun gülüşünü.
Ben o eski İstanbul’u çok sevdim.
Çünkü o İstanbul, bize sevmeyi öğretti.
Hayata dirençli ama kalpten olmayı…
Bir bakışın neler anlatabileceğini…
Bir şarkının nelere dokunabileceğini…
Bugün sinema salonları AVM'lerde kayboldu.
Yazlık sinemalar yerini otoparklara bıraktı.
45’lik plakların yerini dijital çalma listeleri aldı.
Ama benim kalbimde hâlâ bir yazlık sinema perdesi açık.
Ve o perdede hâlâ Sadri Alışık gülerken ağlıyor…
Zeki Müren, kadife sesiyle Boğaz’a serenat yapıyor…
Türkan Şoray, gözyaşlarını elleriyle siliyor…
Ve ben…
Ben hâlâ ilk defa İstanbul’u görüyormuş gibi heyecanlanıyorum.
Teşekkür ederim Yeşilçam.
Teşekkür ederim eski İstanbul.
Kilometrelerce uzaktan bana sevmeyi öğrettiniz.
Ve hiçbir zaman dokunamadığım bir hayali, içime attığınız için.
Benim İstanbul’um, artık hayallerde.
Ama ne mutlu ki, o hayaller bile bir ömre yeter…