Bir Şehrin Unuttuğu Usta: Cüneyt Gökçer Üzerine Bir Hatırlatma
Abdullah Ergün
Bazı isimler vardır; bir ülkenin kültür hafızasında sessiz ama dev bir dağ gibi dururlar. Kuşaklar değişir, zaman akar, anlayışlar dönüşür… Ama o dağın gölgesi eksilmez.
Türk tiyatrosunun ustası, sahnenin efendisi, unutulmaz karakterlere ömür, tiratlara nefes veren o büyük isimlerden biri de Cüneyt Gökçer’dir.
Ne var ki, memleketi Malatya’da bu dağın silueti giderek sislerin ardına çekilmiş durumda. Bugün Malatya nüfusuna kayıtlı pek çok insan, kimliğinde aynı toprakları paylaştığı bu büyük ustayı ne yazık ki tanımıyor bile.
Oysa 1920 yılının bir kış sabahında Malatya’da doğan Gökçer, Türk tiyatrosunun çehresini değiştiren, sahneye başka bir disiplin, başka bir ruh kazandıran bir öncüydü. Yıllarca Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü görevini yürüttü; tiyatronun yalnızca sahnede değil, devletin kültür politikasında da bir omurga hâline gelmesinde önemli rol oynadı.
Onu sahnede izleyenler bilir: Cüneyt Gökçer yalnızca oynadığı karakteri “canlandırmaz”, o karakteri sahnede yaşardı. Bir tirada başladığında salon genişler, nefesler tutulur, seyirci başka bir dünyanın içine çekilirdi. Kelimeler onun elinde hafifler, sanatının ağırlığı mekâna çökerdi.
Hamlet’ten Othello’ya, Kral Lear’ın karmaşık ruhundan modern oyunlara kadar sayısız karakteri unutulmaz kıldı. Yurt içinde ve dışında pek çok ödüle layık görüldü. 1981’de aldığı Devlet Sanatçısı unvanı ise yalnızca devletin değil, bir milletin ona duyduğu şükranın resmileşmiş hâliydi.
Bugün tiyatro kulislerinde genç oyuncuların fısıltılarına kulak kabartsanız, o saygı titremesini hâlâ duyarsınız:
“Cüneyt Hoca şöyle derdi…”
“Gökçer’in Hamlet’i bir başkaydı…”
“Sahnede duruşu bile dersti…”
İşte bu nedenle içimdeki sızı daha da derindir:
Böylesine büyük bir ustanın doğduğu şehirde, Malatya’da, kültür ve sanat mekânlarının hiçbirinde onun adının yazılı olmayışı…
Bir şehir düşünün; bir evladı ülkenin sanat tarihine damga vurmuş, dünya sahnesine adım atmış, kuşakların hafızasında yer etmiş…
Ama o şehir, bu evladını bir tabela ile bile anmaktan uzak.
Bu, yalnızca bir eksiklik değil; kültürel hafızaya dair sessiz bir ihmaldir.
Elbette bir sanatçıya verilecek en büyük ödül, eserlerinin yaşamaya devam etmesidir. Ancak şehirlerin hafızası da insanın kalbi gibidir; hatırlamadıkça solar, isimleri yaşatmadıkça daralır.
Bir salon, bir anma köşesi veya kızı Deniz Gökçek’e verilecek bir küçük plaket…
Bazen bir şehrin kendi evladına söyleyebileceği en büyük teşekkürdür.
Bu nedenle Malatya’nın kültür dünyasına düşen görev açık ve gecikmiş bir görevdir:
Cüneyt Gökçer’i yalnızca Türkiye’nin değil, kendi toprağının bir değeri olarak yeniden hatırlamak. Onun adını bir sahnede, bir mekânda, bir kültür durağında yaşatmak. Genç kuşaklara bir ustanın emeğini, izini ve hikâyesini aktarmak.
Sanat Sokağı, bugünün Malatya’sında yerli ve yabancı ziyaretçilerin uğrak noktası… İşte bu sokağın girişine Cüneyt Gökçer’in biyografisinin yer aldığı anlamlı bir düzenleme yapılması, yıllardır süren bu sessiz hatanın son bulmasını sağlayabilir. Hem kente gelenlere bir kültür selamı olur, hem de Malatya’nın kendi sanat mirasına gösterdiği vefayı ifade eder.
Çünkü kültür; yalnızca yapılan etkinliklerle değil, sahip çıkılan mirasla büyür.
Bir şehir ustasını unutursa, o ustanın gölgesi şehirden çekilir.
Ve Malatya’nın buna izin vermeyecek kadar derin bir hafızası, köklü bir kültürü ve sahne ışıklarını hak eden bir ruhu var.